Miral (2010), 1948 yılında savaş sonrasının Kudüs’ünde başlıyor ve mülteci çocuklar için inşa edilen öksüzler yurdunun bölgedeki insanlara etkilerini konu ediniyor. Aslında böyle bir giriş bilmiyorum filmi ne derece açıklamaya yeterli. Zira yönetmen Julien Schnabel film boyunca naif bir idealizmle eğitimin önemine vurgu yaparken, öte yandan da İsrail-Filistin meselesinde tarafların önyargılarını ekrana taşıyor ve savaşın zalimliğini göstermeye çalışıyor. Oysa bu denklemde bir şeyler eksik kalıyor. Film herhangi bir eleştirelliğe sahip olmadığı gibi, bunun yanında iki tarafa da eşdeğer bir yakınlık kurmaya ve geçmişten günümüze kadar uzanan bariz bir eşitsizliğe “eşitçe” yaklaşmaya çalışıyor.
Bir romandan uyarlanan film, roman uyarlaması olarak düşünüldüğünde belki istediği etkiyi bırakıyor; ama İsrail-Filistin meselesini konu alan ve bu meselede taraflara bir mesaj verme (eğitimin önemine vurgu yaparak) gibi bir misyonu yüklendiği zaman tam tersi bir etki yaratıyor. Filmin belki de en dikkate değer sekanslarından birinde; Filistinli bir erkek arkadaşı olan Yahudi bir kadın, kendi toplumu tarafından dışlandığı gibi Filistinlilerce de kabul edilmiyor. Onun, Miral’le konuştuğu bölümde yönetmen ilk defa tarafları anlama yolunda mesafe katediyor, ama bu sekans çok kısa sürüyor ve bir daha o kadına dönülmüyor. Onun hikâyesi sanki göstermelik bir hikâyeymiş gibi, birkaç dakikalığına eklenip sonra unutuluyor. Bir bombalama eylemi sonucunda yakalanan ve hapishaneye atılan Filistinli kadının İsrail işgaline karşı yaptıklarının terörist bir eylem olmadığını söylediği an da, bir kez gösteriliyor ve bir daha terörizm meselesi tartışmaya açılmıyor. Schnabel tam da savaşın yıkıcılığına yaklaştığı anlarda itinayla geri çekilmekten kendini alamıyor. Ne İsrail’e düşman olayım, ne de Filistinlileri kahraman gösteriyim dermiş gibi, iki taraf arasında sürekli mekik dokuyor.
Açıkçası bu durumun Julien Schnabel’in art niyetinden değil, tersine samimiyetinden ve naifliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Hümanist olup da, İsrail-Filistin meselesine dışarıdan bakan bir gözün anlatacağı şeyleri anlatıyor Schnabel de… Ne eksiği ne de fazlası var. Ama Filistinlileri topraklarından edip, onları işgalci durumuna düşürüp sonrasında da onca katliam yapıldıktan sonra insan sormadan edemiyor: Miral eğer İsrail-Filistin meselesi üzerine sözü olan bir film ise; Liana Bedr’in Kapılar Bazen Açılıyor (The Gate Are Open Sometimes, 2006)’da Filistinlilerin kendi topraklarında kontrol noktaları yüzünden bir tür açıkhava hapishanesinde yaşamaya zorlandığının gösterildiği, bir halka karşı uygulanan sistematik bir politikanın “görünür” kılındığı belgeselini nereye oturtmalıyız? Ya da Nasti Hajjaj’ın 2008’de ölen şair Mahmut Derviş’le ilgili çektiği ve göçmen Filistinlilerin ruh hâlini aktardığı Şairin Dediği Gibi (As The Poet Said, 2009) belgeselinde ifade edilen sürgündeki her Filistinlinin rüyasının aslında son nefesini kendi vatanında vermek istemesi gerçeğini ne yapacağız? Ya da bir Filistinli için “vatan” sözcüğünün anlam kaybına uğramasını nasıl açıklayacağız?
Bütün bu örnekleri kuşkusuz filmin belgeselvari bir gerçekçilikten yoksun oluşundan dolayı, onu küçümsemek için vermiyorum. Buradaki sorun, yönetmenin Filistinlilere dair hiçbir soru üzerine bir cevabının olmayışı, dahası böyle bir çabadan yoksun bir şekilde saf bir idealizmle “eğitim her şeyin çözümü” demesinde. Schnabel’in idealist ve zaman zaman didaktizme varan naif mesajlarının Miral filminde, karakterlerin yaşadığı değişimle İsrail-Filistin arasındaki ilişki hakkında paralellik kurmanın, Miral’in ve Hindi Hüseyni’nin dramatik yaşam serüvenleriyle özdeşlik kurup savaşta yaşananlara gözyaşı dökmenin bize çok da fazla bir katkısı olmadığı görüşündeyim. Tersine, güçlü bir katharsis ânı yaşayıp, gözyaşından sonra meseleden uzaklaşmamıza da yol açtığını söylemek mümkün. Keşke Schnabel filmin dramatik yapısına gösterdiği özeni, tarafları anlamaya yönelik bir çabayla da destekleseydi… Bu olmadığında, perdedeki Filistinlinin de İsraillinin de gerçek hayatla pek bir bağı kalmıyor.