Türk öykücülüğünün hakkı teslim edilememiş yazarlarından Vüs’at O. Bener’in ölümünden sonra Enis Batur şu satırları yazar:“Onun yazıları, okur çoğunluğunun giriş kapısını bulmakta zorlandığı, okur azınlığının içinden çıkmamaya razı olduğu, ne razı olması, bundan engin mutluluk duyduğu bir labirenttir.”[1] Batur’un bu sözleri belki de Bener’i en iyi ifade eden cümledir. Bener’in eserlerine girmek sabır ister. Etinden, kemiğinden, yalnızlığından, melankolisinden, kendi trajik hayatından damıtarak yarattığı karakterlerini tahlil etmek son derece güçtür. Okurken çoğu zaman bu hikâye neyi anlatıyordu sorusunu sorarken bulursunuz kendinizi, ama bir süre sonra alışıp Bener’in dünyasına girdiğinizde artık diğer sorular gibi bunun da bir önemi yoktur. Bener’in karakterleri de yakın arkadaşı Oğuz Atay’ın ya da Yusuf Atılgan’ın tutunamayan karakterleri gibidir. Yoğun bir ironiyle donatılmışlardır. Dost Yaşamasız isimli kitabındaki hikâyelerden Korku’daki karakterleri aklımıza getirelim. İntihar etmek isteyen ama sonrasında ne için intihar ettiğiyle ilgili nasıl bir not yazacağını bulamayan karakterin trajikomikliği bununla sınırlı değildir. Tam da intihar notu muhabbeti geçerken masadaki boşlar yeniden doldurulur, kadehler kaldırılır ve karakterimizin “sağlığına” içilir.[2] Ya da Siyah-Beyaz kitabına adını veren öyküyü düşünelim. Öykünün finalinde, “yenilmekten korkmadığımı sandım, yenildim” diyen anlatıcı hemen ardından “hâlâ yağmur yağacak”[3] diyerek aforizma olabilecek bir cümleyi bölmekle kalmaz; aynı zamanda Bener’in kendi hayatındaki ironi ile örttüğü iç dünyasının duvarına toslatır bizi. Burada yaşanan basit bir biçimde Brechtyen bir yabancılaştırma efekti ya da klasik anlatının kurallarını bozmak değildir. Bener’in kendisiyle çevresi arasında kurduğu duvarın aynısı, karakterleriyle okurları arasında da kurulur. Dolayısıyla metin içinde sizin ne bağlanacağınız, özdeşleşeceğiniz bir karakter vardır ne de anlatılanın sizi götürdüğü bir ana fikir. Bener’in hikâyeleri ana fikirden, olay örgüsünden ve özdeşlemeden bağımsız ilerler. Ânların ve durumların betimlemesini yapar. Dolayısıyla ya içine girersiniz ya da tümüyle dışarısında kalırsınız. Batur’un da dediği gibi, Bener’in eserleri bir çeşit labirente benzer. Bir pusulanız yoktur. Sizi güvenli bir yolculuğa davet etmez asla.
Nesimi Yetik’in evlere temizliğe giden Metin Tosyalı karakterinin üzerine kurduğu, ilk uzun metrajlı filmi Toz Ruhu da nüvelerini Bener’in öykülerinden ve karakterlerinden alan bir atmosfer yaratır. Gündüzleri farklı sınıflardan insanların evlerine temizliğe giden Metin (Tansu Biçer), aynı zamanda arabesk şarkılar söyler. İstanbul gibi büyük bir metropolde kendine has bir tutunma yöntemi geliştirmiş, dışarıdan bakıldığında fark edilmeyecek kadar sıradan, silik ve kendini kamufle edebilmeyi başarmış biridir. Saf, masum ve iyiliksever görüntüsünün altında ise aslında bir tutunamayan yalnızlığı taşır.
Stereotiplerden Uzak
Zeki Demirkubuz’un elinde çabucak Dostoyevskiyen bir karaktere dönüşebilecek Metin karakterini yönetmen mevcut stereotiplerden olabildiğince uzak tutmaya çalışır. Onu bir işçi sınıfı kahramanı yapmakla ilgilenmez. Evlerine hizmetçiliğe gittiği insanlar üzerinden bir Türkiye resmi çizmez. Pablo Larrain’in Tony Manero’su gibi karakterin ruh hâli ülkeninkiyle örtüşmez. Ya da Zebercet gibi üçüncü sayfa hikâyelerinde gördüğümüze benzer bir sosyopatın hikâyesi değildir izlediğimiz. Bir çırpıda sayabileceğimiz bu karakteristik özelliklere yaklaşmadan, Metin’i konvansiyel ve bağımsız sinemanın kendi içinde oluşturduğu yönelimlerin uzağında bir yerden seyreder. Belki de Toz Ruhu’nu farklı kılan unsur budur. Nesimi Yetik, karakterini kamerasıyla uzaktan bir gözlemci gibi uzun uzun seyreder. Onun davranışlarını tartar, dünyaya bakışına ortak olur, ona yakınlık duymaya, sempati beslemeye çalışır. Yalnızlık duvarının ötesine bakmak ister. Ama her defasında Metin’in etrafında ördüğü duvarla karşılaşırız. Metin karakteri içsel dünyasında yaşadığı için çatışmaya yer vermez, dolayısıyla da gerilim, beklenti ve merak unsurunu gereksiz kılar.
Bu yüzden de filmde cevapsız kalan sorular, tamamlanmayan öyküler ve sona erdirilmeyen eylemler vardır. Metin’in kaset çıkarma meselesi, yeğeninin durumu, kıza ne olduğu, finaldeki televizyon şovuna katılıp katılmadığı gibi cevabını öğrenemeyeceğiniz pek çok ânın toplamından oluşur Toz Ruhu. Çok basit bir şekilde bir psikolojik gerilim filmine dönüşebilecek malzeme, trajikomik ânların anlatısından ibaret kalır. Evet, bu açıdan Toz Ruhu da aynı Vüs’at O. Bener’in anlatıları gibi seyircisini klasik anlatının bütün trüklerinden uzak, labirentimsi bir yolculuğa davet eder. Seyircisinin kolunu kanadını daha başından kırar. Onu savunmasız, pusulasız bırakır.
Gösterişsiz Ama Derine İşleyen
Toz Ruhu ya sev ya nefret et filmlerinden. Arasının olmadığı, arada bir yerde durup kaçak dövüşen, ya da büyük sözler söyleyen filmlerden değil. Süslü bir anlatımı da yok. Küçük bir dünyada geçiyor. Görünmez bir adamın hikâyesini, o görünmezlik zırhı içinde aktarmaya gayret ediyor. Seyirciyi tavlayacak her türlü numaradan imtina ediyor. Bütün bunlara karşın, seyircisine sahici bir duygu sunmayı vaat ediyor. Belki de filmin tek vaat ettiği şey de bu. Size Vüs’at O. Bener’in öykülerindeki atmosferi ve duyguyu tattırıyor.
Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabındaki anlatıcı, “zaten bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs'at O. Bener okurudur.”[4] der. Toz Ruhu’nun Metin’i aslında tam da böyle bir tip. Ne herkesin kendisine hayran olduğunu düşünür ne de kimsenin kendisini sevmediğini… Tek derdi İstanbul’da tutunabilmektir. Bunun için de kendi kabuğuna kaçar, kendi içine çekilir. Güzel bir İstanbul manzarasına bakarak Ankara havası oynayacak kadar da trajikomik ve ironiktir. Aynı zamanda yenildiğini anladığında bile “hâlâ yağmur yağıyor” diyebilecek kadar o duygudan çarçabuk kurtulabilecek bir kıvraklığa, yaşama sevincine sahiptir. Toz Ruhu’nu belki de bu çerçeveden izleyip değerlendirmek lazım. Bir Bener öyküsü gibi en nihayetinde akıp gidiyor, çok da büyük sözler söylemeden ama derine işleyerek.
[1] Enis Batur, “Ölümü Beklemekten Sıkılmıştı”, Radikal, 2 Haziran 2005. [2] Vüs’at O. Bener, Dost Yaşamasız, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015, s. 75. [3] Vüs’at O. Bener, Siyah-Beyaz, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015, s. 8. [4] Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi, İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2011, s. 114.