Yerli Diziler
Dosya Arşivi
HP 15 Mart-Nisan 2010
Mikrokosmosda Sinema: Ahmet Uluçay
27.05.2010 Bir Keloğlan Masalı Hasanali Yıldırım
Beethoven bir yerli kabilesinde doğsaydı yine Beethoven olur muydu? Sanatçı-yetenek-ortam gibi birbiriyle etkileşim içinde olan öğeler hakkında sorulan bu soruya verilen ünlü bir karşılık, yetersizliğini dış nedenlere bağlayanları üzecek türden: Beethoven bir yerli kabile­sinde dünyaya gelseydi belki yine Beetho­ven olmayacaktı ama kuşkusuz kabilesinin en iyi tamtamcısı olacaktı.
İşte tam da bu anılan hâle uyan biri Ahmet Uluçay. Fakat doğrusu bu durumu tam bir uyum saymak da haksızlık olur, çünkü Uluçay, kabilesinin en iyi tamtamcısı olmaktan çok daha ileriye geçmiş bir sanatçı. Bu benzetmeyi kendisine uyarlayacak olursak, Beethoven'la aynı kulvarı paylaşan biri Uluçay.
 
Bir sinemacı Uluçay. Anadolu'nun ücra bir köyünde yaşayan ama oradan dünyaya farklı bakmasını becerebilen, baktıklarını ve gördüklerini çağın en etkileyici aracıyla anlatan, anlattıklarıyla da dünyaya bakış için o güne değin hiç bilinmedik kimi anlam ve anlatım pencereleri açan bir kısa film sanatçısı. Daha küçük bir çocukken köyünde gördüğü sinemadan büyülenen ve büyüyünce de bu büyülendiğini kullanarak başkalarını büyüleyen bir çağdaş Keloğlan.
Kendisi de kabulleniyor Keloğlanlığını: “Ben bir Keloğlan’ım. Bilirsiniz, Keloğlan başında kalan tek tel saçtan başka yeryüzünde hiçbir şeyi bulunmadığına aldırmaksızın gider padişahın kızına âşık olur. Bu aklıevvel oğlunun akıldışı hareketini gören anacığı kızar Keloğlana. O baldırı çıplaklığıyla padişahın kızına âşık olmasını kafasına kakar habire. Ama yılmaz Keloğlan. Sonunda muradına erer ve padişahın kızıyla evlenir. İşte ben de ilk görüşte âşık oldum padişahın kızına ve gördüğünüz gibi onunla da evlendim.”
 
Oyuncağı Gölgeler Olan Çocuk
Gerçekten de ancak masallara özgü bir durumdur yaşanan. Bir gün köye gelen bir adam, köy okulunun bütün öğrencilerini bir odaya doldurur. Işıkları kapattırır ve az önce bembeyaz olan cansız duvarda bambaşka bir hayatı canlandırır. Duvardaki bir dörtgende insanlar sağa sola koşuşturur, birbirleriyle konuşur, bağırır çağırır, kavga ederler. Işıklar yandığında bitmiştir bu hayat; duvar eskisi gibi beyaz ve cansızdır ama henüz üçüncü sınıftaki küçük Ahmet'in dünyasında anlatımı olanaksız etkilerde bulunur bu cansız duvarda canlandırılanlar. Köy okulunun duvarında canlanan şey, geriye yepyeni bir şeyler bırakmıştır. Resimleri çok seven, resim çizen, hatta zaman zaman gördüğü resimleri zihninde hareket ettiren küçük Ahmet, gerçekten de bir biçimiyle resimlerin hareket ettirildiğini görünce “dünyası altüst olur”. Eve gelince ailesine, arkadaşlarına habire hareket eden resimleri anlatır durur.
 
Artık isteği bellidir: resimleri hareket ettiren bir makineye sahip olmak. Köy şartlarında bu isteğin gerçekleşmesinin olasılığı herkesin malumu. Ama yılmaz küçük Ahmet. Kafa dengi bir arkadaşıyla birlikte uzun uzun kafa patlatırlar böyle bir makineyi yapmaya. İnanılması zor ama isteklerini gerçekleştirirler de. Yıllar süren çalışmaların ardından, daha sonradan makine mühendisi olacak arkadaşı İsmail Mutlu ile bir makine yaparlar. Bütünüyle sağdan soldan derledikleri farklı aletlerin parçalarıyla yaptıkları bu ahşap makine ile aslında farkında olmadan, 70'lerde sinemayı yeniden icat ederler. Sinema salonlarının yakınındaki çöplüklerden buldukları film parçacıklarını derleyip toparlayarak köylülere film gösterimleri yapmaya başlarlar. Çocukların bu tuhaf yaramazlığından köylüler de çok etkilenir. Artık oyuncakları bellidir bu çocukların.
 
Bir de gölgeler... Geceleyin gaz lambasının zayıf ışığı altında namaz kılan dedesinin duvara vuran gölgesini izler. O gölgelerde oluşanları başka şeylerle harmanlayarak yeniden yaratır zihninde. Ya da kış gecesinde, bir elinde bastonu öbür elinde kandili olan yaşlı bir ninenin yavaş adımlarla ilerlerken duvarda büklüm büklüm olan, müthiş bir biçim bozumuna uğramış gölgesi... İşte bu gölgeler dünyasında büyür Uluçay. “O günlerde neler toplamışsam, neleri görmüşsem şimdi de onları gösteriyorum.”
 
Kuyu'dan çıkan yönetmen
Henüz on dört yaşındayken izlediği Metin Erksan’ın Kuyu adlı filminden sonra, o güne değin sinema büyüsünün makinistin elinde olduğunu sanan çocuğun gözünde büyü bozulur. Çünkü asıl kahramanın makinist olmadığını fark etmiştir. Böylelikle makinist olmayı düşleyen Uluçay, yönetmen olgusunun farkına varır ve asıl maharetin film göstermek değil film çekmek olduğunu kavrar. Artık gönlünde yatan aslan bellidir: bir film çekmek. Fakat Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinin Tepecik köyünde yaşayan bir çocuğa göre böyle bir istek düş bile sayılmaz; düpedüz çılgınlık! Bu uğurda birçok başka şeyden de mahrum kalır. Örneğin eğitim. İlkokulda çok başarılı bir öğrenci olmasına karşın hayatını sinema tutkusu yönlendirdiği için ortaokulu yarım bırakmak durumunda kalır.
 
Artık kaderi, tıpkı kendi kendine sinema makinesi yaparcasına, kendi kendini yetiştirmektir. Öyle de yapar. Yutarcasına okur: başta dünya klâsikleri olmak üzere şiir, hikâye, resim ve sinema, okumalarında başköşeyi tutar.
 
Öbür yandan, bugün bile aşılamadığını kabul ettiği ve “bir plastik zenginlik başyapıtı" dediği, hem Metin Erksan sinemasının hem de Türk sinemasının en büyük filmi saydığı Kuyu'ya dalar. Onu etkileyen kimi karelerin resmini çizer gece gündüz. Oradaki görselliğin izini sürer. Zamanla resim merakı depreşir. Hareketli resimden olağan resme yönelir ve kimi ünlü tabloları yeniden çizer.
Bu arada ailesi bu yapıp ettiklerine yasaklar koyar. Öyle ya, bir köy çocuğunun haddine mi bu tür şeyler! Ama o bir Keloğlandır ve padişahın kızına âşık olmuştur bir kere. Zaman zaman ailesinin istekleri baskın çıkar, zaman zaman kendisinin. Hatta gerektiğinde kalem kâğıt daha rahat saklanabiliyor diye yazmaya kayar. Şiirler, hikâyeler yazar; vakti erdiğinde bunları dergilerde yayımlar da.
 
Anlattığım senin hikâyen
Yıl 93. Bir 'Alamancı', İsmail'le Ahmet ikilisine taksitle bir kamera satar. Ama ne kamera! Kayıt özelliği bile olmayan, 220 volt elektriğin olmadığı yerde çalışmayan, ancak müzelerde görülebilecek türden bir video kamera. Ne ki onların umurunda mı aletin ilkelliği; film çekmeyi deneyebileceklerdir ya. Öyle de yaparlar. Pratik zekâlarını kullanarak her sorunu bir biçimde çözerler. Örneğin bir aküden yararlanarak, elektrik akımını 220 volta çeviren bir alet yaparlar ve dış çekimleri gerçekleştirirler. Hiçbir kaydırma hareketinin yapılamadığı, daha doğrusu hiç kıpırdatılamayan kamerayla bazı çekimleri yapabilirler ama yakın çekimleri gerçekleştirecek enstrümanlar bir köy yerinde nasıl bulunsun? Fakat yılmazlar. İki cam parçasını alırlar. Arasını biraz boşluk bırakacak biçimde birbirlerine yapıştırırlar. Yanlarını da bir alüminyum parçasıyla güçlendirirler. Bu iki cam parçasından oluşan ‘alet’in mercek görevini görebilmesi için de içini suyla doldururlar ve kimi çekimleri bu ‘makine’ yardımıyla gerçekleştirirler. Tabii ki bu makine dikiş makinesinin motoruyla çalışmakta. Sonra bu akıl almaz makineye ses kayıt niteliği de ekleyen İsmail, bu projesiyle TÜBİTAK Liselerarası Proje Yarışması'nda birincilik kazanır.
 
Böylelikle aynı yıl ilk kısa film çıkar ortaya: Optik Düşler. Filmde iki çocuk vardır. Köylüdürler. Fantastik bir yerdir köyleri. Geceleri in cin top oynar köyün sokaklarında, perilerle şeytanlar el ele vererek iç ice yaşarlar buralarda. Karanlıkta yaşayan bu yaratıklara aldırmayan iki kafadar, tıpkı onlar gibi karanlıkta yaşayan bir başka şeye can verirler; kendi köylerinde, kendilerinin yaptıkları film gösterme makinesiyle köylülere film gösterirler ve sinema düşlerini birbirleriyle paylaşırlar.
 
Sinemayı biz icat ederdik
Sonraki filmlerinde de değişmez bu: daima kendi çocukluğunu anlatır Uluçay. Onun için yedi yaşına kadarki hayatını bir ömür anlatsa yine de bitiremez. Sahiden de bugüne kadar çektiği 11 kısa filmin tümünde hep kendi hikâyesini, çocukluğunun tutkularını, umutlarını, köy yaşantısını ve o yaşantıya sığmayan birinin düş kırıklıklarını; ışık-gölge zıtlıklarına sıklıkla başvurarak, kimileyin bir tek mum ışığının, kimileyin gaz lambasının duvarda oluşturduğu gölgelerin dilini kullanarak anlatır durur. Fakat bilinmedik, duyulmadık, görülmedik hikâyelerdir bunlar. İçlerinde cinlerle periler at koşturur, bir yumurtadan civciv değil kocaman bir göz çıkar, suya yansıyan söğüt ağaçlarına, yürüyemeyen bir çocuğun atamadığı adımlarının yankısı karışır.
 
Köy şartlarında, derme çatma aletlerle kurulan bir sinema dünyası... Ve bu inanılmaz ilkel şartlarla yeni bir dünya yaratmak... İşte bu haklılıkla Uluçay, “Sinemayı Edison ile Lumiere Kardeşler bulmasaydı mutlaka İsmail’le biz bulurduk.” diyebiliyor.
 
Film çekerken bir entelektüel olduğunu bütünüyle unutarak işe başlıyor. Bir evcilik oyununu andırıyor onun film setinde yaşananlar. Çocukların gürültü patırtısına karışan makine sesleri ve bu şartlarda oyun oynarcasına kotarılan filmler...
 
Uluçay’ın filmlerini başka kısa filmlerden ayıran bir yön de barındırdıkları animasyon harikaları. Bırakın teknik olanağı, animasyonun nasıl yapılacağına dair hiçbir eğitim almamış bir insan İnci Deniz Dibinde’deki ‘canlandırma’ları nasıl becerir? Bunu da çocukluğuyla açıklıyor Uluçay. O dönemlerde izlediği Godzilla türü bol efektli filmlerde sinema hilelerinin nasıl yapıldığı üzerinde yıllarca düşünür ve kendince çözümler geliştirir. İşte bu çözümler, bir de olanaksızlıklarla iç içe geçince insanı çarpan o alışılmadık animasyon görüntüleri çıkar ortaya.
 
Nasıl çalışıyor Uluçay? “Bir film karesi imgesini canlandırıyorum gözümde. Karşısına da insanlar koyuyorum. Benim filmimi izleyen bu insanların yüzlerini hayal ediyorum. Nasıl bir yüz istiyorsam, filmimi de ona göre çekiyorum.” Sahiden de öyle oluyor. Buna ses efektleri de dahil. Ses efektlerini de kendisi üretiyor, hem de yine aynı akıl almaz yöntemlerle.
 
Kuzey Masalı
Uluçay’ın hikâyesinin hangi evrede bir Keloğlan masalına dönüşeceğini kestirmek zor. En beklenmedik anlarda, hiç umulmadık gelişmeler yaşanır bu masallarda ama tuhaf bir biçimde inandırıcıdırlar da.
 
Yine çocukluk... Köyün berberinin dükkânında, belki de bir Alamancı'nın gönderdiği bir kart vardır. Kart, bir nehrin kıyısına kurulmuş bir Alman Ortaçağ kentini görüntülemekte. Küçük Ahmet'in takıntılarından biri de dedesiyle gittiği berber dükkânında, aynanın kenarına iliştirilmiş bu kentin resmine uzun uzun bakmak ve düşlere dalmak. Günü geldiğinde bu kentle ilgili bir hikâye de yazar. Sonra bunu film hâline getirmenin yollarını arar. Alman Kültür Merkezi’nin de katkılarıyla düş bile denmeyecek bir çocukluk fantezisi daha gerçekleşir ve o Alman kentine bir arkadaşıyla giderek on sekiz gün içinde Kuzey Masalı’nı senaryolaştırır.
 
Festivallere katılır filmler, televizyonlarda gösterilir. Gösterildiği her yerde izleyeni dehşete düşürür. Hele değme efektörlere taş çıkartan animasyonların hangi şartlarda çekildiği, seslerin nasıl kaydedildiği, minik bir köy odasında ne tür bir ‘seslendirme stüdyosu’nun kurulduğu, eşleştirmenin ne tür keşiflerle gerçekleştirildiği, filmlerde oynayan tüm oyuncuların profesyonel oyuncu değil Uluçay’ın akrabaları, arkadaşlarının çocukları olduğu öğrenilince kimse kulaklarına inanamaz. O da hangi şartlarda ve ne tarz film çektiğini anlatan bir belgesel yapar.
 
Çektiği her film ödül kazanır. Bugüne değin pek çok ödül alır filmleri. Bunların arasında Antalya Film Festivali Büyük Ödülü de vardır. Fakat geçen zamanla gönlünün aslanı da değişir: uzun metrajlı bir film. Bunu gerçekleştirmesi için gerekli olan da bellidir: yapımcının bile ilgisini çekecek görsellikte çarpıcı hikâyelerden oluşan ve “ben yeniyim” diye haykıran kısa filmler.
 
Keloğlan’ın bu rüyası da gerçekleşir. Yapımcısının, “hem kendi filmini çek hem de ortaya genel izleyicinin de bağ kurabileceği neşeli bir film çıksın” beklentisini ciddiye alır; köyündeki odasına kapanır, bir buçuk yıl çalışır ve sonuçta ortaya her iki tarafı da memnun edecek bir senaryo çıkar. Kendi sanatından taviz vermeyen ama muhatabını da gözeten bir ürün...
 
Uluçay bu projesini, yani gönlünde yıllardır taşıdığı uzun metraj düşünü nihayet gerçekleştirir: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak. Ne kameranın karşısında poz verir gibi duran profesyonel oyuncular vardır bu filmde, ne de birbirine Türk filmlerindeki gibi âşık olan iki genç. Yine bir Keloğlan masalı çektiğini söyler Uluçay. İçinde yine cinlerle perilerin cirit attığı, kendi çocukluğunun düşleriyle dolu, bozkırda geçen sıradışı bir aşk hikâyesi...
 
Oyuncuları da kendisine uygundur bu filmin. Bir tren yolculuğunda gördüğü bir genç kıza “Ben bir yönetmenim ve filmimde seni oynatmak istiyorum.” der. Öğrenciliği, ailesinin karşı çıkışı derken, iletişim okuyan bu öğrencinin hocaları araya girer ve yalnızca Türk filmlerinde görünen bir durum, gerçekten de yaşanır bu Keloğlan masalında. Erkek oyuncu da öyle... Bir gün sokakta yürürken gördüğü birine yine aynı teklifi getirir ve böylelikle o güne değin yalnızca vesikalık fotoğraf için kamera karşısına geçen insanlar başrol oyuncusu olur.
 
Ahmet Uluçay’ın hikâyesi yalnızca inanılmaz bir başarı hikâyesi değil, aynı zamanda bugüne değin Yeşilçam emektarlarından, başarısızlıklarının gerekçesi olarak sık sık duyduğunuz “tesis yok abi” yollu mazeretlerin de ne denli kof olduğunu belgeleyen bir performans. Çünkü Uluçay, tüm mütevazı kişiliğine karşın bugüne değin insanlık tarihinde çok az yapılan bir işi yapmış: feleğin görünür plânda kendisine biçtiği kaderin görünmez bölümüne var gücüyle yüklenmiş ve elde ettikleriyle görünür plânda var olması muhtemel olmayan başarılara imza atmış biri.
 
Not: Bu yazı Hasanali Yıldırım’ın 26 Nisan 2002 tarihli Gerçek Hayat dergisindeki portre çalışmasının tekrar gözden geçirilmiş hâlidir. [Hasanali Yıldırım, Bir Keloğlan Masalı, Gerçek Hayat, Sayı: 2002-17 (79), s. 28-29.]
 
Hasanali Yıldırım - DİĞER YAZILARI
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - [email protected] Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..