Yerli Diziler
Dosya Arşivi
HP 15 Mart-Nisan 2010
Mikrokosmosda Sinema: Ahmet Uluçay
27.05.2010 Bir Ahmet Uluçay Hikâyesi İhsan Kabil, Yeşim Ustaoğlu, Salih Pulcu

 

Hayal Perdesi Sinema Dergisi olarak 6 Mart 2010 tarihinde Bilim ve Sanat Vakfı’nda Ahmet Uluçay’a özel bir program hazırladık. Film eleştirmeni İhsan Kabil, yönetmen Yeşim Ustaoğlu ve görsel tasarımcı Salih Pulcu’nun konuşmacı olduğu program, formel bir yapı taşımasın, tıpkı onun hayatı gibi, kendiliğinden, doğaçlama olsun dedik. Uluçay’ın Optik Düşler, İnci Denizin Dibinde, Exorcise adlı kısaları üzerinden filmlerindeki yaratıcılığın, kendiliğindenliğin, imgelemin, düş gücünün, ışık-gölge oyunlarının, zenginliğin peşine düşmüşken döndük, dolaştık Ahmet Uluçay’da bulduk kendimizi. İmkânsızlık denen şeyi hayatından çıkaran, düşlerinin, çocukluğunun, korkularının, özlemlerinin peşinden korkusuzca giden bir adamın inat hikâyesinde; yani hayatın kendisinde, Ahmet Uluçay’ın filmlerinden çok daha çarpıcı olan hayat hikâyesinde. Bu informel programın özetlerini de dosyamız kapsamında sizlerle paylaşmak istedik.
 
 
“Gerçek hayatın bir tür yeniden yaratımı, bir temaşalar bütünü, bir tefekkür dünyası…”
İhsan Kabil
Optik Düşler bir sevdanın ürünü aslında, Ahmet’in daha sonraki sinema uğraşısının da mikro-kozmik hâli... Çok güzel sembolik anlatımlarla bize her şeyi kendiliğindenci bir tavır içinde veriyor. Optik Düşler’de Ahmet’in çocukluğuna sonra da onun ve sinemayla ilgilenen diğer ekip arkadaşları Şerif Akarsu ile İsmail Mutlu’nun yetişkinlik dönemlerine gidiyoruz. Çocukluğunda zihninde farklı bir dünyada yaşıyor Ahmet. Geceler onun için çok önemli. Gecelerin o karanlık ahvalinde başka bir dünya canlanıyor zihninde; gölgelerin oynaşmasıyla bir hayal âlemi kuruluyor. Sokakta ellerinde fenerlerle geçen kadınlar duvarlara yansıyan gölgeleriyle çocukların zihninde bambaşka bir yere oturuyorlar. Filmde de geçtiği gibi mistik ve fantastik bir dünya kuruluyor kafalarında.
Ahmet ve arkadaşları hakikaten her şeyi “manuel” yapıyorlar. Bir ahşap projeksiyon makinesi veya yine elle yapılmış bir kurgu masası… Bu filmi ve ilk dönem filmlerini Betamaks bir kamerayla çeker Ahmet. Bundan dolayı da ortaya çıkan görüntü çok eskicil bir duygu uyandırıyor zihninizde. Bir yerde yönetmenin çabasını da aşan veya onu tamamlayan bir görsellik meydana gelmiş perdede; her görüntü imgelerle dolu. Muhayyilenin diliyle dolu çocukların yaptıkları o gösterimler, kendilerinin biraz daha yetişkin hâllerinde yaptıkları gösterimlerle de özdeşleşiyor aslında. O zamanki sinema salonunda oynayan kırklıkları, kesik pelikülleri vs. topluyor, onları birleştirip gösterim yapıyorlar. 16 mm. projeksiyon makineleriyle köylerine gelen gezici gösterim ekiplerinin etkisinde kalıyorlar. Bu gösterimler büyük bir dünya sunuyor onlara, oradan da içlerine bir sevda düşüyor, muazzam bir büyüye kapılıyorlar. Bu ilk filmlerinde çok büyük bir yönetmenlik potansiyeli görüyoruz; uzun metraj yapmaya bir adım kalmış neredeyse.
Optik Düşler’de yazılan metin de çok edebi. Görüntünün yanında filmin metinsel bir çözümlemesini de yapmak gerekiyor aslında. Kurguya bakınca, devamlılık her yönüyle var. Öykülemeler birbirini çok mantıklı bir şekilde takip ediyor. Müzik yine çok büyük bir anlam taşıyor filmin bütününde. Hem görüntüler dünyasını tamamlıyor hem çok karakteristik bir özellik taşıyor hem de filmin psikolojik duygusunu besliyor.
Ahmet dünyaya, eşyaya neredeyse bir objektiften, bir vizörden bakıyor gibi. Sinema o kadar kendi hayatıyla özdeşleşmiş ve ona yedirilmiş bir durumda ki tamamen onunla hemhâl olmuş. Film, Onat Kutlar’ın “Sinema bir şenliktir.” deyişini hatırlatan bir müzikaliteyle bitiyor. Görsel, imgesel dünyayla gerçek dünya iç içe geçiyor ve Ahmet bütün bunları önce zihnî bir kurguya tâbi tutuyor. Zengin bir görsel ve imgesel anlatımı var; katmanlar mevcut anlatımında. Bu da dolayısıyla bizi daha aşkın bir boyuta davet ediyor; metafizik olanı hatırlatıyor. Filmde akış bazen yavaşlıyor gibi ama orada bile bir felsefi önerme sunabiliyor bize.
Film neredeyse sessize yakın. Bu hâliyle Ahmet diyor ki “Ben görüntüyle anlatmak istiyorum muradımı. Benim için aslolan o.”. Bir temaşalar bütünü, bir tefekkür dünyası, bir şaşkınlık ve hayret makamı. Öylesi bir şey… Gerçek hayatın bir tür yeniden yaratımı ya da benzeşimi, gerçek ötesi bir anlatım, bir sunum.
 
 
“Ehlileşmiş cinleri, korkuları, düş gücü, ışık-gölge oyunları ve ritim duygusuyla inanılmaz bir yaratıcılık…”
Yeşim Ustaoğlu
Ben İnci Denizin Dibinde filmiyle tanıştım Ahmet’le. Filmin Ankara’da ödül aldığı yıl jürisindeydim. İnanılmaz sevmiştim gördüğümde. Hemen arkadan da Ahmet geldi ve benimle tanışmak istedi. O günden beri de çok yakın dost olarak kaldık son anına kadar.
En güzel filmlerinden biridir İnci Denizin Dibinde; ehlileşmiş cinleriyle, korkularıyla, düş gücüyle, ışık-gölge oyunlarıyla, ritim duygusuyla inanılmaz bir yaratıcılık, müthiş bir görsel şölen sergilediği filmlerinden biri… Bu film bir geceyi, bir çocuğun düş gücünü anlatıyor. İyi bir okuma yaptığınızda bir çocuğun düş gücünün ne kadar güçlü olabileceğini, nasıl çalışabileceğini, nasıl rüya görebileceğini, kendi düşlerini besleyen öğeleri, Dali’nin sürreel bir resmini görüp uykuya yattığında diğer öğelerle onu yeniden bütünleştirerek, benzeterek bir araya nasıl getirilebileceğini görüyorsunuz.
Bir yandan da müthiş bir ritim duygusu vardır bu filmin içinde. Zaman imgesi olan sarkaç, bir köyde bir çocuğun tanık olabileceği, içinde yaşayabileceği şeyleri alıp çok metafizik bir boyuta taşır. Düşsel bir yaratımı çok müthiş bir şekilde kullanabilmiştir.
Ahmet’in düş gücü farklı çalışırdı: saatin zamanı durdurması, balmumları… Bir bakarsınız o mumlar, deve, insan gibi bir takım başka figürlere dönüşür. Bir gölge görür ve onu değiştiriverirdi. Işık ve gölgeyle nasıl bir bağ kurduğunu zaten ta Optik Düşler’de de anlatıyor. İnanılmaz oynardı ışıkla, gölgeyle. Korkuyu o yüzden çok iyi kullandı ve onu çok iyi bir şekilde sıradanlaştırabildiği için de çok iyi bir mizah unsuru katabildi filmlerine. Ama bazı takıntıları vardı, Şahmeran meselâ; ilk filminden beri kullandığı bir öğe. Kim bilir onun hangi yastık takıntısıydı bilmiyorum. Kafasını koyduğunda düşler gördüğü yastık takıntısı belki... Optik Düşler’de babasının gelip çocuğa kızdığı sahnedeki yastıkta, İnci Denizin Dibinde’de de ablanın işlediği örtüde görüyoruz hep Şahmeran’ı. Onun böyle takıntıları çok vardı: Gözler, yumurtalar, mumlar, balmumları, saat, sarkaçlar, ritim, rüzgâr, doğa… Yani etrafına, doğaya bakardı. Ama içeriye daha çok bakardı. Metafizik bir bakış açısı vardı.
Ahmet bütün yaptıklarıyla sineması en açık olan, belki de düş gücü en güçlü olan sinemacılarımızdan biriydi. Köyünden çıkmadı hiçbir zaman. Ama kendini geliştirmişti inanılmaz bir şekilde. Kendi düş gücüdür, kendi çocukluğudur bütün filmlerinde anlattığı. Büyümeyi, büyümenin korkusunu, kendi hayal gücünü, köyünde yaşadığı bütün o karanlığı, annesinden, teyzesinden dinlediklerini anlatır hep. Kendi büyümesidir gördüğünüz her şey. Onun sinemasını oluşturur bütün bu öğeler. Ama onları da her türlü yoksunluğa rağmen olağanüstü bir yaratıcılıkla nasıl yaptığını düşünürsünüz. Meselâ bu filmdeki cini alıp yatağa yerleştirebilmesi gibi. Birçok sinemacının daha iyi tekniklere sahipken yapamayacağı, hepimizi inanılmaz bir şekilde şaşkınlığa düşürebilecek bir realizasyon sözkonusudur. Ben bir sinemacı olmanın ya da şair olmanın insanın doğasında, meşrebinde olduğuna inanırım. Onun en güzel örneğidir Ahmet. Birçok şeyi öğretirler size ama hakikaten doğanızda, meşrebinizde varsa ancak bu kadar yetkin bir sanatçı olabilirsiniz.
 
 
“Bizim çok alıştığımız bir zihin yapısı değildi onunki; korkusuz bir zihin…”
Salih Pulcu
Ahmet’i tanımadan önce onun tüm filmlerini seyredip sonra bu filmler için ne diyorsunuz deseydiniz açıkçası şunu derdim: Bu kadar teknolojik imkân verilse bunları ben de çekerim. Ama öyle değilmiş. İhsan bana “Ahmet Uluçay diye bir yönetmen var, filmleri ödül alıyor. Mikro Kozmosta Rüya diye bir filmi var, onu izle.” dediği zaman köylü birisi ne çekebilir diye açıkçası hiç de kale almadım. Filmi seyretmek için de hiçbir yere gitmedim. Fakat bir gün televizyonda bir kısa film kuşağında seyrettim. Ertesi gün İhsan’la Kütahya’ya gittik. Orada da İnci Deniz Dibinde’yi gösterdi bize Ahmet. Zannediyorsunuz ki hakikaten çok büyük teknolojik imkânlarla çekiyor filmlerini. Hayır. Mesela köy sahnelerini maketlerle çekiyor. Niye maketlerle çekiyor? Kurguyu öyle yapmak isteyebilir ama bir sebebi de kamerası elektrikle çalışıyor, elektrik kablosu ne kadar uzanabilirse ancak o kadar uzaklaşabiliyor köyden. Onun için köyün dışına çıkıp köyü çekmesinin imkânı yok. Ancak köyün maketini yaparak kuşbakışı görüntüsünü alabiliyor. İnci Deniz Dibinde filmindeki o duman sahnelerini nasıl yaptığını Ahmet’e sordum. “Bir jelatin kağıdı içine dört beş arkadaş birden sigara içip üfledik, kamerayı da yan tuttuk.” dedi. Mumları hareket ettirmesi de ilginçtir: Mumların dizili olduğu tablaya kamerayı da bağlıyor ve ikisini birlikte hareket ettirince mumlar sabitmiş de alevleri hareket ediyormuş gibi görünüyor.
Ahmet hakikaten sanatçı olarak doğmuş. Çünkü hem resim yapmış hem roman yazmış hem şiir yazmış. Ama asıl mahareti yönetmenlik; bir yönetmenlik kumaşıyla gelmiş. Ahmet oturduğu yerden (köyünde) kurgu nasıl yapılır, bir filmde bu trükler, bu geçişler nasıl yapılır, bütün bunları bir şekilde keşfetmiş. Bu işin okulunda okuyan insanlar büyük ihtimalle bunları fark etmeden okuldan mezun oluyor.
Optik Düşler’de gördüğünüz o projeksiyon cihazı meselâ. Kendilerinin yaptığı gerçek bir projeksiyon cihazı o. Hakikaten filmleri onda seyrediyorlar köyde. Filmlerinin şeritten nasıl ses çıkartacağını da keşfede keşfede buluyorlar; aynı o filmdeki gibi... Ben kendi icatları o makineyi görünce “Peki bu merceği nasıl yaptın?” diye sordum. İki alüminyum plâk arasına cam yapıştırıyorlar, onun içine şırıngayla su enjekte ediyorlar ve bir mercekleri oluyor. Hep şunu söyleriz: “Biraz imkânım olsa, biraz param olsa, biri biraz elimden tutsa, bir eğitim görsem, roman yazma, senaryo yazma tekniğini bir yerlerde öğrensem, bir eğitim alsam aslında acayip şeyler yaparım.” Ahmet örneğinde şunu görüyoruz ki bütün bunlara hiç gerek yok. Ahmet kamyon şoförlüğü yapıyordu. En son gittiğimizde kamyonunu satttığı için köyündeki kooperatifte hamallık yapıyordu. Kalbinizde bir işi yapma niyetiniz varsa onu yapıyorsunuz. Ahmet hiçbir şekilde, hiçbir zaman param yok, imkânım yok demezdi. Yapamamazlık onun kafasında yok bir kere; her şeyi yapabilir. Bizim çok alıştığımız bir zihin yapısı değildi onunki; korkusuz bir zihin... Neyi yapmak gerekiyorsa onu yapıyordu. Böyle güzel bir hatıra bırakarak gitti.                                                      
 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - [email protected] Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..