Söyleşi
Sedat Şahin SÖYLEŞİ:Abdulgafur Şahin, Koray Sevindi "Diziler izleyicinin ilgisini canlı tutmak için belli metotlar geliştirir. Bu metotlar seyirciyi heyecanlandırmak, duygulandırmak, ağlatmak üzerine kuruludur ve bu estetik olarak büyük bir tahribat yaratır."
25.03.2011 Reyting Dediğin Anda Estetik Kaygıların Hepsi Suya Düşüyor

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema bölümünden mezun olan Sedat Şahin sektöre dizilerde kamera asistanlığı yaparak başladı. Daha sonra ışıkta ve rejide görev alarak tecrübe kazanan Şahin, şu anda görüntü yönetmeni olarak sektörde çalışmaktadır. Bir İstanbul Masalı, Hatırla Sevgili ve Ezel gibi dizilerde ve birçok reklâm filminde çeşitli görevler aldı. Romantik (2002), Okul (2003), Cumhurbaşkanı Öteki Türkiye’de (2004), O… Çocukları (2008), Melekler ve Kumarbazlar (2009), Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak (2010) gibi uzun metrajlı filmlerde de çalışan Sedat Şahin’le Türkiye’de sinema eğitimi ve sektörün sorunları üzerine konuştuk.

 

Sinema bölümünü nasıl seçtiniz? Okula adaptasyon süreciniz nasıldı?

 

Lisedeyken yeteneklerimin hangi bölüme daha uygun olduğuna ya da hayata karşı nasıl bir bakış açım olduğuna dair bir keşfim yoktu. Üniversitedeki bölümler genelde maddi getirisi, sektörü göz önüne alınarak belletmenlerin ya da anne babaların yönlendirmeleriyle seçiliyor. İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema bölümüne girmem benim için büyük bir şans oldu; belki de hayatta en iyi yapabileceğim, en seveceğim mesleklerden birini seçmiş oldum. Oysa çok da alâkam yoktu sinemayla.

 

İlk kez gerçekten film seyretmeye başladığınızda, herhangi bir olayla haşır neşir olup, onunla alâkalı analiz yaptığınızda detaylı düşünmeye başlıyorsunuz ve o yeteneğin sizde olup olmadığını keşfediyorsunuz. Onun üzerine siz bir filmi inşa ediyorsunuz. Meselâ bir olay cereyan ediyor ya da görülmeyen, altı çizilmesi gereken ince bir nokta var dediğiniz anda detay gözünüz, anlam dünyanızın zenginleşmeye ve derinleşmeye başladığı yer oluyor. Keşfetme süreci, bir şeyler çekmeye başladığınızda, kamerayı ya da herhangi bir teknik malzemeyi elinize aldığınızda başlar ve bir anlatıma dönüşür. O ilk inisiyatifi almaya başladığınızda bütün kararları kendiniz veriyorsunuz; kendi ilişkilerinizi kendiniz kuruyorsunuz, her detaya, her şeye hâkim oluyorsunuz ve bu şekilde kendinizdeki bir şeyleri keşfediyorsunuz.

 

Aldığınız eğitimin sektörde yaptığınız işe katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda Türkiye’de sinema eğitimi hakkındaki düşünceleriniz nedir?

 

Ben iletişim fakültesi mezunuyum. Okulda pratiğe dair çok fazla imkânımız yoktu. Güzel sanatlar fakültesinde okuyan arkadaşlarımdan orada bu imkânların biraz daha iyi olduğunu duydum. Ama ben dünyada ya da Türkiye’de hiçbir üniversitenin sektöre, endüstriye donanımlı adam yetiştirmek gibi bir derdi olduğuna inanmıyorum. Böyle bir şey olmaması gerekiyor zaten. Üniversite dediğiniz yerin yüzde yetmişi, sekseni kuramdır. Orada aldığınız idealist eğitimle, başka bir düşünme ve üretme yapısıyla, hiçbir ezberiniz olmadan sektöre giriyorsunuz. Üniversitede pratik olsa, o kuramsal şeylerin karşılığını kendiniz keşfederek görseniz çok daha iyi olur belki. Ama üniversite sadece vesile olur; sizi bir arkadaşla, bir hocayla tanıştırır, başka bir yere sürükler. Sizin biraz girişken olmanız, bir şeyleri kovalamanız gerekiyor.

 

Bir şeyi çok istersen, onu -şans eseri dediğin şeyleri- mıknatıs gibi çekersin. Bütün bunlar tutkuyla alâkalı. Okulun bana çok büyük faydaları oldu. Bir kere üniversiteden önce İstanbul’u kazanıyorsun. Okulda ders sıkıcı olabilir, ama dışarıda sinemaya dair birçok şey var. Sektörün kendisi burada ve birçok film festivali oluyor. Genellikle Türkiye’deki okullar sektöre yetişmiş adam hazırlamıyor ama ortam sağlamak, birileriyle bir araya gelmek, bir şeyleri konuşmak, tartışmak, kendini kuramsal olarak da yetiştirmek çok önemli. Zaten okurken sektöre girdiğinizde büyük eksiklikler oluyor. Sektörün verdiği ezberler senin oluyor, sektör adamı olmaya başlıyorsun. Üniversite mezunu birinin fark yaratması beklenirken sektör onu o kadar çabuk yutuyor ki daha kendi fikri oluşmadan sektörde görmüş olduğu bütün o teknik bilgiler ve ezberler kafasını karıştırıyor. Bir yerden sonra hiçbir bakış açısı olmadan sektörün ezberleri ile çalışmaya başlıyorsun. Bu yüzden öğrencilik hayatı bitmeden sektöre girmek çok da sağlıklı bir şey değil.

 

İlk kısa filminizi çekmeye karar verdiğinizde ne gibi imkânlarınız vardı?  Kısa film çekmek için büyük imkânlar şart mı?

 

Üçüncü sınıfa kadar sadece arkadaşların kısa filmlerinde çalıştım. Okulda eski bir kamera vardı, onunla çekiyorduk filmleri. Çekim imkânları da kısıtlıydı. Benim ilk kısa filmime gelirsek, Antep’te Zerda diye bir dizi çekiyorduk. Aklıma bir hikâye geldi. Orada imkânlarım iyiydi, çünkü bir dizi setindeydik. Dolly, ışık, kamera, kamera asistanı, ekip orada olduğu için bir tatil günü Antep’in bir köyünde çektik. İlk filmden sonra teknik imkânların kısıtlı olduğu filmler de çektim tek başıma. Meselâ Bursa’da iki tane kısa film çekmiştim; yeğenlerim çalışmıştı. Bir tanesi dört beş yaşlarında, mikrofon tutuyor, bir tanesini kameraya gelen ışığı kesmesi için bir sandalyenin üzerine çıkardım, elinde kartonla kameraya gelen ışığı kesiyor.

 

Teknik malzeme eksikliği filmi kötü yaparmış gibi düşünülür. İmkânsızlıklar içinde film çekerken o düşünce kanalını kapatıyorsunuz. Meselâ ışığım yok diyip ışığın kanalını kapatıyorsunuz. Evet ışık yok ama gölgeniz ya da güneşin açısı var. İmkânlarınız azaldığı zaman daha yaratıcı düşünmeniz gerekiyor. Bu yüzden teknik malzemem az, teknik imkânlarım kısıtlı dediğiniz noktada daha detaycı düşünmeniz, eksiklikleri anlatıma dönüştürmeniz gerekiyor. Kısa filmdeki en büyük keşiflerden biri bu. Az malzeme, az ekip, her şey çok minimal. Ama bunlardan doğru etkiyi, doğru anlatımı çıkarmak için kendinizi çok zorlamanız gerekiyor. Film bittiğinde güzel bir filmi kaçırmış olabiliyorsunuz. Keşke şöyle çekseydim, keşke böyle yapsaydım diyorsunuz. Bütün o keşkeler de senin tecrübe ettiğin şeyler oluyor.

 

Sektörde çok farklı dallar var. Sizin için en uygun işin görüntü yönetmenliği olduğunu nasıl anladınız?

 

Sektöre kamera asistanı olarak girdim. İlk setinizde sürekli gözlem yapıyorsunuz, her gününüz yüzlerce soru işareti ile geçiyor. Şunu keşfettim: Ben bu işi yapacaksam, bu işe hâkim olacaksam ışığı öğrenmem gerekiyor. İlk işten sonra kamerayı bıraktım, ışık asistanlığı yapmaya başladım. İkinci, üçüncü asistanlık, bazen ışık şefliği bile yaptım. Görüntü yönetmenliği için ışığı bilmek çok önemli. Kendi filmini çekmek, yönetmenlik, okuldaki her öğrencinin idealidir. Bu benim idealimde de hâlâ var. Işık asistanıyken bir süre reji asistanlığı yaptım. Yönetmenlik yolu oradan geçiyordur diye düşünüyorsun, ama reji asistanlığı benim için tam bir fiyaskoydu. Bunun başlı başına bir kırtasiye işi olduğunu, yönetmen olmak isteyen kişinin hiçbir şekilde reji asistanlığına bulaşmadan da bu işi yapabileceğini, özellikle bulaşmasa daha iyi olacağını keşfettim. Sonra görüntü kısmına, özellikle kameraya daha büyük bir iştahla sarılarak geri döndüm. Görüntü ile ilişkili olmak, anlatımın içinde olmanı, istediğin biçim ve etkileri oluşturma konusunda büyük tecrübe kazanmanı sağlıyor. Görüntü yönetmeninin gözü, en az yönetmenin gözü kadar gelişmiş oluyor. Çünkü yönetmenin hayal ettiği her şeyi gerçeğe dönüştüren o. İyi bir görüntü yönetmeni, yönetmenin her türlü vasfına hâkim, onun hissettiği şeyi biçime aktarıyor. Yatkın olduğum şeyin hâlâ yönetmenlik ve reji olduğunu düşünüyorum, ama görüntü yönetmenliğini de çok seviyorum. Büyük bir tutkuyla bunun peşinden gitseydim belki mesleki olarak daha başka bir yerde olurdum. Bir şeyi çekerken kendi görüşleriniz varsa, kendi yeteneğinizi ya da kendi bakış açınızı test etmeniz gerekiyor artık ve bunu test ettikçe de “evet, ben galiba bunu yapmalıyım” diyorsunuz. Görüntüye hâkim olmak çok büyük bir kazanım. Yönetmen olmak isteyen kişinin görüntüden geçmesi bana daha cazip geliyor.

 

Görüntü yönetmeni olarak yönetmenle ve set ekibiyle ne gibi problemler yaşıyorsunuz?

 

Sette hem çalışma şartları hem de set ekibi ile iletişim kurma konusunda sıkıntılar çekiyorsun. Gözlemlediğim kadarı ile görüntü yönetmeniyle yönetmen arasındaki en büyük sıkıntı, ortak hayal dünyasında buluşamamaları. Ben daha çok fikri olmayan, hayal dünyası gelişmemiş kişiler yönetmenlik yaptığında ve bana gelip sahneye dair plân söylediklerinde sıkıntı yaşıyorum. Çünkü söyledikleri sahneye dair şeyler değil. Bana hayal ettiği bir şey söylemesi gerekiyor ki ben ona bir şeyler katayım. Görüntü yönetmenleri de yönetmen tarafından zorlanmadığı için ister istemez sığlaşıyor. Yönetmen teknik şeyleri değil hayallerini anlatmalı, görüntü yönetmeni ise o hayali gerçek kılmak için teknik malzemeyi nasıl kullanacağına belki günlerce düşünerek karar vermeli ki kamyonlar dolusu teknik malzeme seyircide bir duyguya dönüşsün. Zaten mucizevi olan da bu. Benim yaşadığım en büyük sıkıntı, herkesin işini ezbere yapması. Işık etkileri, teknik etkiler, kamera açıları, mizansenler vb. hepsi sete gelmeden önce herkesin kafasında ezberlenmiş metotlar hâlinde.

 

Sektöre girdiğinizde kendi fikirlerinizi dile getiremediğiniz için zamanla sektörün ezberleri size de yerleşiyor. Bu ezberler altında ezilmemenin bir yolu var mı?

 

Ezber altında ezilmemenin en büyük yöntemlerinden biri, yapılan anlatımların, etkilerin sebebini bulmak için sorgulamak. Çünkü okulda bazı şeylerin temelini görüyorsun ve soru işaretleriyle okuldan çıkıyorsun. Sektördeyken bir şeyin nasıl yapılmaması gerektiğini görerek doğru anlatımı buluyorsun. Ayrıca alandaki yabancı isimlerle de bağlantıyı koparmamak gerekiyor; birçok festival oluyor, birçok yönetmen yahut görüntü yönetmeni geliyor. Bunların söyleşileri, kamera arkası görüntüleri oluyor. Bunlar, işin nasıl yapılması gerektiği konusunda öyle güzel fikirler veriyorlar ki… Örneğin bir yönetmenin sadece görüntü yönetmeni ile arasındaki diyalogdan nasıl ilişki kurulması gerektiğini görüyorsun. Bunlarla ilişkini koparmazsan işler ezbere yapılsa da, doğru metotlar kullanılmasa da sen o doğru metoda ulaşıyorsun. Doğruyu yapan insanların filmlerini izleyerek, yazdıkları metinleri okuyarak ya da söyleşilerine katılarak kafandaki sorulara cevaplar bulabilirsin. Okul yıllarını sadece okul içerisinde değil, okul dışında sinemacılarla fikirlerini tartışarak, film izleyerek, gelen yabancı yönetmenlerle, görüntü yönetmenleriyle, senaristlerle görüşüp bunları sürekli didikleyerek geçirmek, ezberin altında ezilmemenin en önemli yöntemi. Ondan sonra zaten kimse sana şu doğrudur, şöyle olması gerekiyor diye baskı yapamaz.

 

Sektör ekonomik olarak tatmin edici mi?

 

Sektörde herkes kazancının çok bereketsiz olduğunu söyler. Bunun en büyük sebeplerinden biri çalışan insanların bütün sosyal yaşantılarının işe endeksli olmasıdır. Çalışmadıkları zaman depresyona girer, çalıştıkları zaman da hiçbir şeye vakit bulamadıklarından yakınırlar. Süreli işlerde çalışıyorken gerçekten iyi para kazanıyorsun. Birinci asistan ve üstü statüye sahipsen güzel paralar kazanıyorsun. Bazen çok sıkı çalışıp bazen uzun süre işsiz kalabiliyorsun. Bu senin yetkinliğinle alâkalı bir şey değil, biraz da şans işi. Nasıl dengeliyorsun dersen “ben dengeliyorum” diyen yalan söyler. Kısacası sıkıntı çekiyorsun. Dürüstçe söylemek gerekirse ülke şartlarına göre kazancı iyi ama çalışma şartları çok ağır. Para kazanılıyor, bir birikim yapılıyor ama boş kalındığında ya da çalışılmadığında, tatil döneminde bu kazançları kendine döndürecek metotlar çok bilinmiyor. Çalışılmadığı zaman, belki ben de öyleyim, kaygı başlıyor. İş bulup bulamayacağın, ne zaman çalışacağın konusunda bir garantin yok. Bu kaygı rahat olmanı ve başka daha keyfi işlerle ilgilenmeni engelliyor. Bence boş vakit dediğimiz şey, sanatsal bir şeyle uğraşan adamın en dolu vakti olmalı. Çünkü sette geçirdiğin vakit, teknik olarak tecrübe sahibi olsan da, aslında biriktirdiğin, tecrübe ettiğin, hissettiğin şeyleri aktaracağın yerdir. Bu yüzden de boş vakit olarak adlandırdığımız zaman diliminde kendine dönük şeyler yapmak gerekiyor. İtalyanca kursuna gitmek gibi rasyonel bir şeyden bahsetmiyorum. Gezmek tozmak, bir şeyleri hissederek yaşamak, hayatı hissetmek… Gerçekten hakkıyla yaşamaktan bahsediyorum, gün ışığını kaçırmamak gibi basit şeylerden bahsediyorum. Bizim sektörün bu konuda çok ciddi sıkıntıları var. Bunun en büyük sebeplerinden biri kaygı. Maddi kaygılar insanları birçok şeyden uzaklaştırıyor.

 

Sinemamızın estetik açıdan şu anda bulunduğu yer ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Bir kere dijital teknolojinin gelişmesiyle bazı şeylere erişim çok kolaylaştı. O yüzden filmler dizi estetiğiyle çekilmeye başladı. Diziler izleyicinin ilgisini, algısını canlı tutmak, onu ekran karşısına kilitlemek için belli metotlar geliştirir. Bu metotlar seyirciyi heyecanlandırmak, duygulandırmak, ağlatmak üzerine kuruludur ve bu estetik olarak büyük bir tahribat yaratır. Bu sinemayı ele geçirdiğinde, bir şey oluştururken arkasında sadece ve sadece ilgi çekmek ya da algıyı canlı tutmak gibi kaygılar olduğunu hissediyorsunuz. Gişe yapmakla reyting kazanmak arasında mental olarak pek bir fark yok. Filmi şekillendiren estetik dediğiniz şey, çok keyfi, içsel bir şey. Bunu maddi bir kaygıya ya da kazanca bağladığınız zaman o çatı komple çöküyor ve insan estetik bir şeyi nasıl inşa edeceğini bilmiyor. Bu çalışmanın reyting alması için şöyle şeyler yapmak lâzım dediğin anda bütün o estetik ve güzellik kaygılarının hepsi suya düşüyor. Şu an en büyük problem bu. Bu sadece sektörü değil hayatın her kesimini kuşatan bir problem. Bunun daha da kötüye gideceğini düşünüyorum. Bazı şeylerin altını o kadar boşalttık ki, bunlar artık bir estetiğe dönüşemiyor. Bir çocuk, yetişmesini, çevresinde gördüklerini başka türlü tanımlıyor artık. Bu tanımların yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor belki de. Ben bir formu alıp da onu saf bir şekilde, bir güzelliğe, bir estetiğe dönüştüremiyorum. Birine bir şey satmak ya da birinden bir şey kazanmak üzerine kurulu bir ilişki, hiçbir zaman estetik olamaz. Sinema estetiğinin, yazım estetiğinin, güzellik üretmesi gereken her şeyin, keyfi olması ve bazı soyut değerlerin de saf kalması gerekiyor. Soyut değerlerin altını o kadar boşalttık ki istediğimiz teknikleri ne kadar kullanırsak kullanalım bir samimiyet oluşturamıyoruz. Holivud filmleri gibi, her şey uçuyor, kaçıyor ama ortada hiçbir şey yok. Çünkü samimi değil. Bir şeyi yaparken bir keyfilik, bir kendiliğindenlik olması gerekiyor. Öyle istediğim için yapıyorum dediğin noktada yavaş yavaş estetiğe dönüşmeye başlıyor ve insanın o anlam dünyasını saf bir şekilde koruması gerekiyor.

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - [email protected] Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..