Faruk Kenç
On yedi yıllık Tiyatrocular dönemi ile bu dönemin buyurgan yönetmeninin karşısına çıkıp da Türk sinemasında Geçiş Çağı’nı (1938-1950) başlatan, sinemamızın ilk okullu yönetmenlerinden biri. Kenç, yalnızca bir dönemi kapatıp yeni bir dönem açmamış, aynı zamanda tiyatrocuların dışında kişilerin de sinemada oyuncu olabileceğini kanıtlayarak başta Belgin Doruk olmak üzere birçok oyuncuyu sinemamıza kazandırmıştır. Taş Parçası, Yılmaz Ali, Çakırcalı Mehmet Efe ve devamı ile daha önceki dönemde denenmemiş birçok türü de deneyerek sinemaya bir dizi yenilikler getirmenin üstesinden gelmiş bir öncü sinemacı ya da sinemamızda “ustasız usta olma” geleneğinin ilk örneklerinden biridir.
Erdoğan Tokatlı
Altmışlı yılların ortalarında ilk filmi Son Kuşlar ile iyi bir çıkış yapıp, sonrasında Yeşilçam’ın bilinen koşullarına tutsak olan, sinema yazarlığından sinemaya geçmiş bir yönetmen. Kemal Tahir’den Orhan Kemal’e, Çetin Altan’dan bir diğerlerine el atmasına karşılık, melodramların tuzağına düşmüş ve bu tuzaktan yaşama savaşı gibi nedenlerden ötürü bir türlü çıkmanın üstesinden gelemeyen harcanmış bir entelektüel. Onun içindir ki hem ilk filmi hem son filmidir Son Kuşlar. Yeşilçam’ın -kimi zaman işsiz bırakarak- harcadığı, yetenekli ama o oranda da talihsiz yönetmenlerinden biridir Erdoğan Tokatlı.
Ömer Kavur
Ömer Kavur’u sinemamızın bilinen anlatım ve anlayış ezberini bozan, ayrıksı ve son derece kendine özgü bir yönetmen olarak tanımlamak sanırım hiç de yanlış olmaz. Belki de kendi iç dünyasının bir dışavurumu olarak da algılayabileceğimiz filmleri, hiçbir zaman alışılmış kodlar kullanılarak çözümlenemeyeceği gibi, kolay kolay da kendilerini ele vermezler. Onun sineması her şeyi fütursuzca göstermez, tam aksine saklar. Sakladığı oranda da gizemli ama çekici, durağan ama sürükleyici, karanlık ama insanın içine yapılan bir yolculuk gibi de ışıklı olur. Tüm filmlerindeki kahramanlar Çehov’un kendilerine acıyarak yaşayan burjuvaları gibidir. Kişiler hava kabarcıkları çıkararak bilmedikleri bir denizin derinliklerine gömülü gibidirler. Öbürlerinin dinlemediği yalnızca konuşanın dinlediği sözler, az sonra yapayalnız bir dünyanın sessizliği içinde kaybolup gidecek gibi bir izlenim bırakır izleyenin üzerinde. Onun içindir ki Ömer Kavur’un filmlerinde kurduğu dünyanın insanlarına hem tanıdık hem de yabancı kalırız. Bir Zebercet uzaklığı vardır aramızda. Bu uzaklığın aralarını anlamlandırmayı hep izleyene bırakır Kavur. Gizlediği oranda gizemli, sakladığı oranda da kendine özgü dünyaya bizi ortak etmek istemesi bundadır aslında. Yeşilçam’ın bilinen tecimsel sinemasının kalıplarına denk düşen ilk dönem filmlerini saymazsak, Göl ve ardından Anayurt Oteli ile devam ettirdiği sinema serüveninin tüm filmlerinde biraz kendisi vardır gizemin ardında. Hem kendisini ele vermek ister hem saklar. Onun filmlerindeki anlaşılabilirliliğin kodlarını, kendi iç dünyasının ardındaki kapıların arkasında aramaktır en doğrusu. Ama o kapıları hiç açmaz, yalnızca aralar. Loş bir ışıkta görebildiklerimiz kadardır onun dünyası.