Yerli Diziler
Dosya Arşivi
Mayıs-Haziran 2013
Türkiye'de Dağıtım Sorunu
27.07.2013 Nerede(ydi) Bu 100.000 Kişi? Hakkı Kurtuluş

 

“100.000 potansiyel seyircimiz var.” Yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Yılmaz Güney ve ekibi sonrası kuşağının en kıdemli isimlerinden Derviş Zaim’in ağzından işittiğim bu tespit-iddia, bilfiil sinema yapmaya koyulduğumdan bu yana aklımın köşesinde hep durdu. Aslında nüfusu 75 milyonu aşmış bir ülke için 100.000 rakamı nereden bakılırsa bakılsın gülünç. Bu hâlde bile yönetmen sineması örneği bir film için 100.000 seyircilik bir potansiyel biçmek nereden bakılırsa bakılsın bir “wishful thinkinge” dönüşüyor. Ezcümle “gülmeyin ağlanacak hâlimize” durumu...

 

Nasıl oluyor da bir zamanlar -nicelik bazında- dünyanın en büyük dört sinemasına sahip olan büyük bir ülkede nüfusun sadece 0,13’ünü bile yönetmen sineması örneği filmlere potansiyel izleyici saymak gülünç olabiliyor? Sorunun yanıt ve/ya yanıtları alabildiğine çetrefilli. Yapabileceğim en iyi başlangıç kişisel denyeyimimden yola çıkaracak verecebileceğim bir yanıtla olabilir.

 

2007 yazında Paris’teki doktora öğrencisi hayatım bir patinaja girdiğinden nihayet bir ilk filmi kotarmak için kendimde güç bulmuş ve bu ilk filmi gerçekleştirmek üzere ağırlıklı olarak Türkiye’de bulunmaya başlamıştım. Ertesi bahar bakanlıktan destek alan ve sonbahar-kış dönümündeki 18 günde çekilen ilk filmim Orada’nın temel dayanak noktalarından, sinemasal referanslarından biri, üzerine sinema bölümü bitirme tezimi vakfettiğim, kadri bilinmemiş büyük üstat Claude Suatet ve sinemasıydı.

 

Fransız sinema tarihinin derinliklerine inen bir meraklının hemen göreceği gibi Claude Sautet’nin sineması belli başlı özelliklere sahipti: Genellikle burjuvaziyi yakın plân ele alan, sosyal gerçeklikten kopmadan; çok güçlü oyunculuk ve karakterlere dayalı son derece rafine bir senaryo/yönetmen sineması... Claude Sautet’nin bu sinemayı kotarırken en büyük dayanaklarından biri birinci sınıf film müzikleri idiyse (Philippe Sarde, Maurice Ravel...) bir diğeri de çok büyük, fetiş aktörler ve bilhassa da aktrislerdi. Michel Piccoli, Yves Montand, Daniel Auteuil, Michel Serrault, Micheal Lonsdale gibi dev sıfatını sonuna dek hak eden aktörlerin yanı sıra sinema tarihinin ecesi Romy Schneider ve Emmanuelle Béart gibi zarafetin pürüzsüz bir güzellikle harmanlandığı ve herkesin saygı duyduğu dev aktrisler Claude Sautet sinemasının özünü oluşturuyordu. Claude Sautet sinemasının bir diğer ayrıksı yanıysa bu filmlerin en az iş yapanının bile bir milyon gişeyi bulmasıydı! César ve Rosalie gibi bugün bile aşk sinemasının tartışılmaz başyapıtları arasında yer alan muazzam bir filmin 2.5 milyon barajını aştığı bile görülmüştü!

 

Fransız sinema tedrisatından geçmiş biri olarak Orada’ya yeltenirken gişe konusunda naifliğimiz dağıldıkça gişe konusundaki beklentilerimizi 200 binlerden 50 binlere ve nihayetinde 2500’lere dek çektiğimizi acıyla anımsıyorum. Ticari bir bozgun gibi algılanabilir bütün bunlar; aslında hayatta esas derdi çok iyi filmler yapmak olan ve sıfatlarının en önüne “yönetmen”i koyan biri olarak bu, daha çok zihninde biriktirip iyi kötü filme aktardıklarınızın boşlukta yitmesi ve herhangi bir karşılık bulamaması anlamına geliyordu. O bozgunun içimde yarattığı fırtınanın dinmesi en az birkaç yıl alacaktı.

 

İlk başta Dolunay Soysert gibi hemen herkesin saygı duyduğu, bugüne dek ucuz işlerden hep imtinâ etmiş bir aktrisi merkeze alarak, onu ve diğerlerini göçkün bir burjuva ailesinin orta-üst sınıf ve yaş grubuna mensup izleyicilerde yankı bulacak öyküsü çerçevesinde beyazperdeye taşımak ve 50.000 civarında bir izleyiciye ulaşıp vakit kaybetmeksizin bu filmden edinilecek sermayeyle yeni filme başlamak: Naif hayal buydu.  Elbette ki olmadı.

 

Nerede(ydi) bu 100.000 kişi? Sorulabilecek bir başka soru da bu. Koskoca ülkeden sinemaya gidip filmlerimizi izleyecek 100.000 kişi aslında her birimiz için makul yaşam ve film üretme şartları sunabilirdi. Para peşinde koşturmayacağımız, akıllarımızı sadece filmlerimize yatırabileceğimiz ve kesintisiz ve huzurla film yapabileceğimiz bir düş tasarısı...

 

Bugüne dek bu soruya pek çok yanıt verildi: Televizyonların insanların boş zamanlarını ele geçirmesi, ülkedeki kültürel yozlaşmanın baş dayanaklarından dizi denen rezillikler, ADSL ile beraber internet hızının artması torrent vb. kaynaklarla yerli yabancı filmlere “kaçak” erişimin neredeyse sınırsız hâle gelmesi, vs. vs. Şüphesiz ki bunların hemen hepsi geçerli. Ama ben burada biraz farklı bir argümanı öne çıkarmak yanlısıyım.

 

Uzun yıllar Avrupa’nın belli başlı metropollerinde bulunmuş, vakit geçirmiş ve yaşamış biri olarak içinde yaşadığım ve Türkiye denen fokurdayan kazanın içinde çok da farkına varılmayan bir gerçeklik bu: Beyin göçü. Sonda diyeceğimi en başta diyebilirim aslında: Bizi, hayatımızı ve sinemalarımızı rahat ettirecek o 100.000 kişinin çok büyük bir kısmı askerden kaçmak, akademik kariyer yapmak, -bir kadın olarak- daha özgürce yaşamak, daha ciddi araştırma olanaklarına sahip olmak, zengin kütüphanelerde çalışabilmek, cinselliğini özgürce yaşayabilmek veya en basitinden aşki nedenlerden yurtdışına gitti. Ben Paris, Berlin gibi büyük Avrupa metropollerinin Türkiye kökenli öğrenci, sanatçı, entelektüel, sürgün “cemaat”lerinde de Lyon, Stockholm, Tübingen, Heidelberg gibi göreceli orta boy ve küçük şehir cemaatlerinde de bulundum. Metropollerde birkaç yüzü, orta boylu şehirlerde 50 ilâ 100’ü, küçük şehirdeyse 20-30’u bulan bu yetişmiş insan gücü Kaliforniya’dan, Kanada’nın buz tutan nehir kıyılarındaki şehirlerine, Avrupa’nın küçük üniversite şehirlerinden, Japonya’ya, Avustralya’dan Yeni Zelanda’ya dek engin bir coğrafyaya dağılmış durumda.

 

En son gezi direnişinin ilk günlerinde Academicians for Gezi ve diğer benzeri protestolarla çok somut bir şekilde ortaya çıkan acı bir gerçek bu: Dünyanın en kaydadeğer üniversitelerinde, araştırma kurumlarında, sanat enstitülerinde toplandığında o yazının en başında andığımız 100 bini bulabilecek nicelikte, niteliği de çok yüksek Türkiye kökenli bir kitle yaşamını ve çalışmalarını sürdürüyor. Türkiye’de hiç farkına varılmayan, adeta unutulmuş ve ülkenin açık ara en parlak zekâlarını barındıran bu insanların memleketlerindeki daha önce eşi benzeri görülmemiş bu kalkışma dolayısıyla bulundukları laboratuvar amfi, atölye ve stüdyolarından yanlarında çoğu kez -Türkiye’den olmayan ancak kendi memleketleriyle benzer daussıla sıkıntısını yaşayan- parlak meslektaşlarıyla verdikleri pozlar daha birinci hafta dolmadan uluslarararası kamuoyunun, dünyada ciddiye alınabilecek her türlü kurumun olayın iç yüzünü bütün çıplaklığıyla anlamasını sağladı.

Bu görünmez fenomenin bir başka yüzü de şu aslında: Özellikle pozitif bilimlerde, mühendislik alanlarında burs bulmak çok daha kolay. Bundan ötürü de bu alanlarda profesyonel hayatlarını sürdüren ancak sinemasız, edebiyatsız bir hayat düşünemeyecek olanların en parlaklarının neredeyse istisnasız bir şekilde yurtdışında olması. Bu durum iktisadi bilimlerde master doktora yapmışları da büyük ölçüde kapsıyor. Memleketten tanıdığım ve sinemasal “gusto”larına şahadet edebileceğim en parlak genetikçilerin, biyologların Berlin’de, Ottowa’da, New York’ta; en parlak bankacıların, finans uzmanlarının Amsterdam’da, Londra’da olmaları ve çoktan oralara vatandaşlık, evlilik, çocuk, vb. bağlarla çapa atmış olmaları artık beni şaşırtmıyor.

 

Geriye en az burs olanağı tanınan beşeri bilimler ve sanat disiplinleri kalıyor... Onlardan kişisel bir çıkış bulabilenleri yurtdışında tutunabilirken, önemli bir kısmı da projelerini gerçekleştirebilmek üzere memleketlerine dönüyorlar. Bir kısmı da çoğu kez maddi sıkıntılardan, bazen de özel hayat gailesinden burada kalmışlar. Bu ülkede hâlâ iyi sinemayı sinemada takip edenler de çoğu kez bu küçücük cemaatten çıkıyorlar zaten. Bu durum edebiyat ve diğer disiplinler için de çok farklı değil. Bunun üzerine üniversite tercih hatası, özel hayat gailesi, vb. sebeplerden Türkiye’de kalakalmış tanıdığım en parlak, edebiyat, sinema vb. meraklısı beyaz yakalıların ülkemizi -ve başta kültürel iklimini- tarumar eden muhafazakâr neo-liberalizm kasırgasında ruhları yara bere içinde kuytu bir köşede sıkışmışıklarını ya da bir zamanlar hasbelkader sınıf arkadaşı olduğum ve merak denilen kavramla zerrece alâkası olmamış, akşamları en sakil diziyi izleyip, en güneşli haftasonunda bile tüketmeye en banal AVM’ye gitmeyi marifet sanmış, alabildiğine mat, alabildiğine sıradan, gönüllü “süklüm püklüm küçük burjuva”ların memleket üniversitelerinde, bürokrasisinde, özel şirketlerinde makam, mevki sahibi olmasını da ekleyince tablo olanca açıklığıyla ortaya çıkveriyor işte. Özetin özeti iyi veya kötü Türkiye’de yönetmen sineması örneği filmlerin gülünç gişe rakamlarına ulaşabilmesinin köklerinde memleketle ve onun dayattıklarıyla ilgili çok daha derin bir “iç hakîkat” var.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..