Söyleşiden önce, filme dair eleştiriler bağlamında, küçük meselelerin artık bizi ilgilendirmediğini söylemiştiniz. Buradan başlayalım mı?
Son yıllarda hayatımızda olup bitenlerin angajmanlarından, duygusal baskılarından kurtulup baktığında, “En çok ne kaybediyoruz?” sorusunun karşılığında; bir insanın kişisel bir acısı, bir genç kızın özlemi, yetişkin insanların en insani yanlarına dair duyacakları en küçük duygu küçümsenir, utanılarak ifade edilir hâle geldi. Yıllar önce bir röportajda acı konusundaki ipoteği anlamaya, anlatmaya çalışırken şunu demiştim: “Çocuğunu kaybetmiş bir insanın acısı da acıdır ama yüzlerce elbisesi olup da yurtdışından istediği bir elbiseyi alamayan, bunun için hakiki bir acı çeken manken kızın acısı da acıdır.” Bunu vicdanla anlamaya, açıklamaya giriştiğinizde, ikisi arasında ayrım yapmadığımız, ikisine de aynı vicdanla, insanlıkla bakabildiğiniz zaman acıya yakınlaşırız. İnsanlara çok saçma gelen, “Ne diyor bu adam?” dedirten şeyler söylemiştim. Son dönemde tam böyle oldu. Bir küçük burjuvanın kadınlarla ya da kibirle ilgili problemi diye başlayınca büyük bir yabancılaşma yaşıyorsun.
Film neden bu kadar tepkiye maruz kaldı?
Kendimi özne yapmak istemiyorum ama bir meseleye hizmet edecekse konuşulabilir bu. Bunların olacağını biliyordum çünkü o manken kızın acısıyla ilgili sözleri söylemiş biriyim. Mesele bunların farkında olmak, olmamak değil. Mesele böyle nasıl yaşayacağımız. Hayal kırıklığım, kızgınlığım buraya ilişkin. 2003’ten beri eleştirmenler ne diyor diye çok bakmam. Bu sefer merak ettim. Baktım, korkunç durumda, çok ilgilenmedim. Bir arkadaşım iki yazı bulmuş. Biri Marksist diğeri İslamcı yayınlarda yayınlanmış iki yazı. İnanın, aynı şeyler söylenmiş. “Bu zamanda bu kibir ne, başka sorun kalmadı da bu adam böyle bir şeyin hikâyesini yazıyor?” Toplumların genel gidişatında düşünürler, entelektüeller, sokaktaki insan belli bir ipoteğin, kurgunun içinde davranmaya başlar; bunun mantıklı bir yanı da vardır. Bu kadar dünyevileşen, gündelik olanın bu denli kışkırtıcı, arsızca yaşandığı yerde zamana, genele ait olan insanlara yetmez. Yetmezlik duygusunu hayatın her alanında görüyorum, çok şaşırtıcı. Büyük ülkülerin, düşüncelerin telaffuz edildiği bir dönemde yetmezlik duygusunun yaşanması apayrı bir konu. Acımasız da olsa kadın düşkünü bir entelektüelin, çocuğunu kaybetmiş bir annenin veya buna benzer yakıcılığı o insanın sınırları içinde tahakkuk etmiş bir acı büyük gündemlerle yaşayan bir toplumda zor. Üzülerek gördüm ki bu olup bitenden feryat eden insanlar bile her gün gazeteyi açtığı zaman bir önceki büyük olaydan, acıdan, en son yaşadığımız katliamdan daha büyük bir katliamı istemsizce bekliyor. Bu da sebepsiz kötülük meselesine işaret ediyor. Vicdanını, sağduyusunu, muhakeme gücünü kaybetmiş; verebileceği başka bir tepki yok. Bize insan akli bir varlık olarak öğretildi ama öyle değil. İnsan aklıyla olduğundan daha fazla akıl dışı bir varlık. İyi olduğundan çok daha fazla kötü bir varlık. Böyle olmasa tarih boyunca iyilik arayışı gereği ideolojiler, inanışlar, düşünceler bu denli fazla ortaya çıkmazdı. Bekleme Odası’nın çıkış noktası, İsa’nın çarmıhta kendisine vuran asker için “Tanrım, affet, ne yaptığını bilmiyor.” demesine duyduğum şaşkınlıktı. Acaba bu kibir mi dedim. Ahlâklı olmanın bile her zaman iyilik ve ideal uğruna değil, çoğu zaman değerli bir şeyi savunan kibirli adam refleksiyle yapılabileceğini tartışmak istediğim için bunu yapmıştım. Biliyorum, büyük lafların edildiği bir ülkede birey her zaman küçümsenir. Sağcısıyla, solcusuyla, İslamcısı, entelektüeli, halkıyla herkesin ülkenin bölündüğünün, parçalandığının söylendiği bir zamanda böyle bir “birlik” göstermesi enteresan geldi.
Tuba Deniz ve Celil Civan’ın yaptığı söyleşinin tamamını Hayal Perdesi’nin 49. sayısında okuyabilirsiniz.