36. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma kategorisinde izleyici ile buluşan Bütün Saadetler Mümkündür Selman Kılıçaslan’ın ilk yönetmenlik deneyimi. Kılıçaslan’ın kuzeni Ali ile lise yıllarına dayanan hatıralarından esinlenen, aşk hikâyesi ile başlayan ama esasında bir manevi arayışı konu eden film aynı zamanda bir Adapazarı hikâyesi. Kılıçaslan ile sinemaya nasıl yöneldiğini, ilk filmini, senaryonun ortaya çıkış sürecini konuştuk.
Önce biraz sizi tanıyalım. Sinemayla ilgili daha önceki tecrübelerinizden bahseder misiniz?
Marmara Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü mezunuyum. Okul sonrası, senaryo üzerine yoğunlaşmayı tercih ettim. Kendimi henüz öğrenciyken sektörün içinde buldum, Aybars Bora Kahyaoğlu ustamdır. Onun vesilesiyle 2007 yılından itibaren ekip olarak dizi senaryoları yazmaya başladık. Bu süreç, yoğun şekilde 2010 yılına kadar sürdü. Sonrasında sinema alanında bir şeyler yapmak niyetiyle kenara çekildim. Heyecan duyduğum hikâyeler üzerinde çalışmaya başladım. O sürecin meyvesi olarak Bütün Saadetler Mümkündür’ün senaryosu ortaya çıktı.
Filmin fikri nasıl şekillendi? Çıkış noktası neydi bir fikir mi, hikâye mi?
Ali beraber büyüdüğüm kuzenim. Lise çağlarındayken yaşadığımız bir süreç anlatılıyor. Bir gün, evinin önünden geçerken Mevlüt amcayla karşılaştık. İhtiyaç sahibi olduğu belliydi ama elbet bir bakan vardır, diye düşündük. Sonra kimsesinin olmadığını fark ettik. Ali, manevi arayışta olduğu bu dönemde Mevlüt amcayı nimet gibi gördü. Onun sorumluluğunu üstlendi. Her gün evden yemek taşıdı. Soba, temizlik, ev işleri, Mevlüt amcanın bakımı derken vefatına kadar devam eden yedi-sekiz aylık bir dönem geçirdi. Bu hikâyeyi senaryoya dökerken niyetimiz, manevi olarak kıymetli bir hali ve vakti hatırlama gayretiydi.
Oyuncu seçimi nasıl oldu?
Başından itibaren Arif Erkin vardı aklımda. Çok iyi bir oyuncu, hikâyeyi de sevdiği için, Mevlüt amcanın halini anlatmak kolay oldu benim açımdan. Daha sonra Nilay Erdönmez’le anlaştık, Kemal Uçar’la ve Ruhi Sarı’yla.
Yapım sürecinde neler yaşadınız?
İlk filmini çeken yönetmen desteği için Kültür Bakanlığı’na başvurdum. Bekleme sürecinde TRT’nin TV Filmleri Projesi duyuruldu. Sinema filmi yapmak istediğim için, önce başvurmadım. TRT’nin bazı projeleri sinema filmi olarak vizyon ve festival süreçleriyle beraber destekleyeceğini öğrendim, son gün başvurdum. İkisinden de olumlu cevap geldi.
Film bir şehir manzarasına açılıyor, Osman, Ali’ye şehre gelecek bir adamın hikâyesini anlatıyor. Bu biraz da Ali’nin hikâyesi değil mi?
Ali’nin hikâyesine bir atıf ama tam olarak Ali’nin hikâyesini anlatıyor diyemeyiz.
Yine aynı hikâyeyle kapanıyor film.
Osman, şehre bir adam gelir diyor ve film başlıyor, gelen adamın hikâyesini izliyoruz. Filmin sonunda, şehre gelen adama ne olur diye soruyor Ali. Hikâyede tam bu şehirde hikmet öldü derken, bir sürü derdin, acının, yalnızlığın ortasında onlara ilaç olacak bir adam gelir ve o şehir halkını hikmete çağırır, diyor. Bu aslında kıssalarda, menkıbelerde de anlatılan adamdır, şehre gelir ve hakikat çağrısında bulunur. Genelde o adamı öldürürler diyor filmin sonunda Osman. Hep mi böyle olur diye Ali sorunca, bazen de adam aralarına karışıp yaşar, diyor. Orada Ali’nin hikâyesine atıf var. Bazen bir adam gelir aralarına karışıp yaşar kendini belli etmeden ve tam da hikmetin, insanlığın kaybedildiği noktada doğru, hikmetli bir iş yaparak insanlığın haysiyetini kurtarır, diyor.
Osman zor bir karakter, filmin iç sesi gibi. Osman karakterini kurgularken nelere dikkat ettiniz? Filmde suskunluğa övgü var ama Osman üzerinden filmin konuşkan bir tarafı da var.
Osman’ın başkaraktere ağabeylik yaparken “bilge adam” klişesine dönme tehlikesi vardı. Onu bu çizgiden çıkarmak için, zaaflarıyla aktarmaya çalıştım. Ali’nin sözünden çıkmadığı değil, yakın bulduğu biri. Edebiyat ya da insanlık halleri üzerine konuştukları bir dostluk zemini kurmaya çalıştım. Filmin sonunda, Osman Ali’ye “Sen nereden öğrendin böyle susmayı?” diye sorduğunda kendisi sürekli konuşan adam ve Ali tüm yaşadıklarından ötürü ondan daha olgun belki de.
Film bir aşk hikâyesiyle başlıyor. Ali, Gülce’ye aşık. Gülce onu Mevlüt Amca’nın evine getiriyor. Aşk hikâyesi basamağa mı dönüşüyor Ali’nin tekamülünde?
Çok derin bir aşk hikâyesi kurgulamadım. Ali boşlukta ve arayış içerisinde. Gülce’yi türkü kafede şarkı söylerken görünce etkileniyor. Gülce’nin peşinden gidiyor ve hikâye onu bir yere getiriyor. Osman’ın söylediği bir replik vardı, çıkarttık onu: “Seçmeye vakit kalmaz her zaman, bir bakarsın dalga çekilirken alıp götürmüş kıyıdakileri.” Dalga, kıyıda duran Ali’yi denize doğru çekiyor ve Mevlüt’le baş başa kalıyor.
Gülce bir nevi dergahın kapısına getiriyor Ali’yi, asıl seyru süluk orada başlıyor.
Klasik manada değil de kendi gerçekliğine uyarlanmış bir şekli gibi. O tekamül sürecini Mevlüt amcanın evinde yaşıyor. Yaptığı iyilik takdir görmediğinde, o çile pekişiyor.
“Sebepsiz kötülük” meselesini konu eden filmler izliyoruz. Sizin filminiz tam tersine “sebepsiz iyilik” üzerine olmuş diyebilir miyiz?
Ali’nin yaptığı, sebepsiz bir iyilik değil bence. Ali’nin dünyasında kendini tanıma ve bilme çabası var. İnsanın hamurunun muhabbet ve sevgiyle karıldığına inanıyorum, temel itikadım bu. Tabii yaradılışın hikmeti, işin içinde nefis var ve o nefsi kendine sadık kalmaya çağıran şeytan var. Yine de insanın iyiliğe meyyal tarafının kıymetli olduğuna inanıyorum. Bir ustamız, cehennemin daha sinematografik olduğunu söylerdi. Kötülüğün, insanın karanlık tarafını anlatmanın cazibeli bir tarafı olduğunu ima ediyordu. İyiliğe talip olanın belli ilkeleri ve onları korumak ve iyiliği yüksek bir yerde tutmak adına zorlu bir imtihanı var. Bana göre bu hikâye çok daha sinematografik. Ali bencilliğinden sıyrıldığında saadetin önüne açılacağını anlamaya başlıyor.
Gülce’nin aradan çıkmasıyla ölüm teması filmde önemli yer kaplıyor. Mevlüt amca ölüme hazırlanıyor ve Ali de tabiri caizse pişiyor.
Ölümü dramatik bir unsur olarak kullanmaktan çok nehrin akması, ağacın yeşermesi gibi doğallık içinde anlatmak niyetindeydim. O sebepten Mevlüt’ün ölüm sahnesinde mekânı dramatik hale getirecek, seyircinin duygularını suiistimal edecek unsurlardan kaçındım. Ölümü bir anda insanın karşısına çıkabilecek bir gerçeklik gibi anlatmaya çalıştım. Tabii hikâyenin temelinde Mevlüt ölüme yakın duruyor, Ali ise gözlerinin parladığı, heveslerinin canlı olduğu bir dönemde. Bütün çelişkilerle beraber buradan beslenen bir durum var hikâyede.
Güzel detaylardan biri İbn Arabi’ye atfedilen Ariflerin Satrancı. Ali’nin seyru sülukuna dair ilk önemli işaret. Fakat Ali’nin bu oyunda ima edilen düşüş ve yükselişleri çok belirgin aktarılmamış, keskin bir dönüşüm yaşamıyor.
Ali’nin değişim hikâyesini keskin çizgilerle aktarmamaya çalıştım. Belki filmi seyrederken keskin bir dönüşüm görmemek, çocuğun olgunlaşma seyrinin nasıl gerçekleştiğiyle ilgili soru işaretleri doğurabiliyor. Olabilir. Hikâyenin en zor taraflarından biri buydu. Bir tavrı, duruşu, mayası olan bir çocuğun olgunlaşmasını konu ettim.
Üzerinde çalıştığınız yeni projeler var mı?
Dilsiz diye bir senaryo yazdık Murat Pay’la, bir de Meczuban var yine birlikte üzerinde çalıştığımız. Murat Pay’ın yöneteceği filmler bunlar.