Söyleşi
Osman Sınav SÖYLEŞİ:Barış Saydam, Aybala Hilâl Yüksel “Mustafa Kutlu’nun bütün hikâyelerini okuduğunuzda bir filmden çıkmış gibi hissedersiniz kendinizi. Bize has olan, kendi kültürümüze ait olan toprağın kokusunu duyarsınız.”
16.10.2012 “Adaletten Vazgeçerseniz İnsan Olmaktan Vazgeçersiniz”

Mustafa Kutlu’nun en çok bilinen ve muhtemelen en çok sevilen eseri Uzun Hikaye Osman Sınav tarafından sinemaya uyarlandı. Sakarya Fırat, Kurtlar Vadisi, Ekmek Teknesi, Süper Baba gibi pek çok televizyon dizisi yöneten Sınav, beyazperdede son olarak Pars: Kiraz Operasyonu (2007) filmi ile görünmüştü. Uyarlamada kitaba oldukça sadık kalan Sınav ile Uzun Hikaye üzerinden gerçekleştirdiğimiz söyleşide Mustafa Kutlu hikâyeciliğini, ideolojiler arasında Türkiye’nin hallerini, “iyi adam” olmayı, inancı, umudu ve hicreti konuştuk.

 

Öncelikle isterseniz Mustafa Kutlu’nun eseriyle nasıl ve ne zaman tanıştınız, kitabı sinemaya uyarlama süreci nasıl gelişti, sizden onu dinleyelim.

 

Aşağı yukarı on üç yıl önce kitap piyasaya çıktı. Zaten öncesinde de sonrasında da Mustafa Kutlu’yu okuyordum, okumaya devam ediyordum. Mustafa Kutlu’yla çağdaş olmak, onunla aynı dönemde yaşamak, ondan ilham almak bakımından büyük bir lütuf diye görüyorum. Bugüne kadar birçok eserini film yapmayı düşündüm. 1992’de Kapıları Açmak senaryosunu film yaptım. Kapıları Açmak kitabı filmden sonra yazıldı. Mustafa Kutlu’nun senaryosuydu. O film şu anda kayıp bir filmdir, bulacağız inşallah. Mehmet Aslantuğ’un da ilk Altın Portakal aldığı filmdir.

 

Mustafa Kutlu’nun diğer eserleri arasında Uzun Hikaye’yi öne çıkaran başlıca unsur neydi?

 

Mustafa Kutlu’nun bütün hikâyelerini okuduğunuzda bir filmden çıkmış gibi hissedersiniz kendinizi. Bize has olan, kendi kültürümüze ait olan toprağın kokusunu duyarsınız. Uzun Hikaye de bunların arasında bana en etkili geleni oldu.

 

Senaryo sürecinde Mustafa Kutlu’yla birlikte çalıştınız mı?

 

Yok, önceki yıllarda çünkü bu filmin senaryosu birkaç kez çalışıldı, rafa kaldırıldı. Birkaç kez niyetlendik, olmadı, çözemedik. Çünkü Mustafa Kutlu hikâyelerinde bir filmden çıkmış gibi olursunuz ama senaryolaştırmaya çalıştığınızda çok kolay değildir. Bunun nedeni hikâye oluşunda yatar; yani sinema benim açımdan daha romana yakın bir formdur, edebiyat formudur. Sinemanın formu edebiyatta roman formuna daha yakın bir formdur. Hikâye formu çok yakın değildir. Hem bundan dolayı hem de Mustafa Kutlu’nun özel sunumundan dolayı çok da kolay değildir. Çok zengin imgeleri var. Onun için, onun ruhunu, özünü kaybetmeden bir senaryo matematiğine oturtmak çok kolay değildir. Birkaç kere buna davrandık ama bizi tatmin etmedi. Son defa iki yıl önce Yiğit Güralp’le tahtanın başına geçip bir matematiğini kuralım, elden geçirelim dedik ve onun üzerinde çalışmaya başladık.

 

Mustafa Kutlu filmi izledi mi ya da senaryoyu okudu mu?

 

Hayır, senaryoyu okumak istemedi. Olmuştur, tamamdır dedi. Ben senin bu kadar süredir bundan ne yapacağını biliyorum, gerek yok dedi. Sağolsun, böyle bir güvenle bıraktı eserini. Filmi de görecek inşallah, biraz rahatsız olduğu için galaya gelemedi. Yakın çevresi gördü; ailesi, Dergâh Yayınları’ndan Ezel Bey, eşi, damadı, onlar gördüler. Onlar da mutlular.

 

Kitaba oldukça bağlı kalan bir uyarlama olmuş.

 

Evet, kesinlikle.

 

Ama ufak tefek farklılıklar da var. Örneğin, kitapta Mustafa’nın âşık olduğu, kaçırmak istediği kızın başörtülü, pardesülü oluşu vurgulanır. Hacıların kızıdır. Karakterlerin neredeyse hepsinin uyarlanmasında esere sadık kalınırken, bu tercihin nedeni neydi?

 

Benim kitaptan algım buydu. Bunun çok önemli olmadığını düşünüyorum. Kitapta daha çok kasaba vardır, daha çok yer gezerler. Filmde bunları bir şeye toplamak gerekiyordu; yani bir film olabilmesi için toparladık bir anlamda. Çünkü sadece kitabın yolunu izlediğinizde belli bir yerden sonra Ali kaybolur. Diğer insanların hikâyelerini film yapmaya başlarsınız. Kitabın içinde hikâye hikâye giden hayatlar vardır. Bunu film yapabilmeniz için bir başrol, onun etrafında aile ve onların etrafında olan bitenlerle ilgili bir sinema formu oluşturmanız lazım. Yani ideolojik bir amacı yok.

 

 

İdeolojik amacı yok dediniz ama aslında Cumhuriyet döneminde homojen ve tek tip bir ulus yaratma çabası, etnik kimlik ve seküler yaşam üzerine yapılan vurguları da Ali’nin devlet otoritesiyle çatışma yaşamasıyla eleştirdiğiniz yönünde de bir okuma yapılabilir.

 

Bu cümleleri nasıl bu kadar ezberleyebiliyorsunuz, ben ezberleyemiyorum. Bu kadar ideolojik düşünemiyorum yani.

 

Filmin alt metni böyle bir okumaya da müsait ama.

 

Bakın bütün bunların alt metni çok basit, Ali hepsini okuyor bunların: Hayat bir aşktır, hayat doğru algılayıp yaşadığınız, size sunulmuş bir lütuftur, mücadele etmeniz gerekir bu lütfu hak edebilmeniz için. O da bunun için adaleti kalbinin ortasına koyuyor, aşkına ve ailesine sahip çıkıyor ve mücadele ediyor. Bu kadar basit ve yalın.

 

Ali’nin çatıştığı bütün karakterler belli bir zümreye ve ideolojiye ait oldukları için ister istemez böyle bir okumaya da imkân veriyor.

 

O dönemler ne kadar despot bir şey varmış, değil mi? Ne kadar tek tip insan oluşturulmaya çalışılan bir dönemden geçmişiz. Bugün de öyle hissetmiyor musunuz? Her dönem olan bir şey bu, şu ya da bu iktidar diye yorumlanamaz. Her dönem güç ya da iktidar denilen şey, her dönem bunu böyle yapmaya çalışır. İnsanları tek tip bir kalıba sokup orada idare etmeye çalışır. Orada dursunlar, başka bir yere gitmesinler ister, hep uslu durun der. O yüzden, Mustafa Kutlu da diyor ki, uslu dur diye büyütülen çocukların ne kadar çabuk hayatı kaybettiklerini o gün anladım.

 

Ali’nin gazetede particilikle ilgili yazdığı son yazı filmin temel meselelerini de anlatıyor aslında. Filmin ideolojiler üstünden hak, adalet, ahlâk ve onur kavramlarına bakışını da özetliyor. Bunu yaparken ise, karşıt tarafın tamamının aynı ideolojiye sahip olması bir soru işareti oluşturuyor. Hepsi bir şekilde devlet otoritesinin uygulayıcıları çünkü.

 

Kitapta da bu böyle, çünkü her şeyin devlete bağlandığı bir algı var. O tek parti döneminden kalma bir alışkanlıkla Cumhuriyet döneminin bir arızası bu. İnsan merkezli değil, idare merkezli bir devlet yapısı var. İnsana hizmet merkezli değil, yani resmi ideoloji söylemiyle “bu böyle olacak” diyen, bütün insanları aynı kalıba sokmaya çalışan bir despot anlayışın yansımaları. Müdür, Ali’ye ne diyor? Müfredat ne diyorsa onu okuyacaksın diyor. İnsan özgürlüğünü, insan düşüncesini bir kenara atıp sen bir şey düşünmeyi bilmezsin, ben senin yerine düşünürüm diyen bir yapıyı eleştiriyor. Bu, her yere sinmiş. Savcısına, belediye reisine, zabıtasına… Ama halk buna rağmen, ışığı, aydınlığı hissedebiliyor. Ali de bu yapının içinde bir ışık gibi duruyor.

 

 

Biz de oraya gelecektik. Ali karakteri aslında “umuda yolculuk”un da metaforu bir anlamda. Bu açıdan bakıldığında, filmin metaforik düzlemde hicretle de paralel okunması mümkün mü?

 

Tamamıyla. Çok merak ediyordum, kim acaba bu okumayı yapacak da hicret metaforu üzerinden bu filmle ilgili bir soru getirecek diye.

 

Film, aslında sırf Ali’nin hikâyesi değil. Ali üzerinden bütün bir kuşağın bitmeyen bir hikâyesi var. Ali’nin dedesinden ona miras kalan, ondan oğluna geçen ve muhtemelen de onun da kendi oğluna nakledeceği bir hak arayışı, umuda yolculuk, daha iyi bir yer arayışı var.

 

Daha çok da adalet duygusuyla çatıştığı adaletsizliği temsil eden her otoriteye karşı, o otoriteyle çatıştığında, bunu söylemekten asla vazgeçmiyor. Bunun arkasında duruyor, bundan çekinmiyor yani “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” prensibiyle hareket ediyor. Çok zorlandığı her yerde de başka bir yere geçiyor. Çünkü bundan sonrasında şiddet gelecektir, şiddet sınırına kadar gidiyor, o sınıra geldiğinde –hatta bir yerinde onu da yapabileceğini gösteriyor ama kalemle- yapmıyor ve hicret ediyor. Çünkü kendini, umudunu, çocuğunu ve ailesini besleyecek bir yere gidiyor. Kendi hayatının, varoluş biçiminin artık orada beslenemeyeceğini hissettiği zaman hicret ediyor. Daha güçlü olacağımız bir yere, hayatımızı daha anlamlı kılacak, doğru yaşamamızı sağlayacak bir yere gidiştir hicret. Kaçış değildir, korkmak değildir, hicret beslenmeye gitmektir. Onun için hicret bize gösterilmiştir. Bu yüzden, peygamber efendimize de yaşatılmıştır.

 

Az önce bahsettiğiniz sekansta Ali, Nun suresinden bir ayet okuyor. Bu filme sizin eklediğiniz bir şey. Sizin eserle olan bağınızın ne kadar güçlü olduğunu gösteren bu sekans ayrıca filmdeki hicret metaforunu da güçlendiren bir bölüm.

 

Evet, orası kitapta yok ama kitabın ruhuna uygun olduğunu düşündüğüm bir bölüm. O metaforu biraz daha güçlendirmek istedik, çünkü kitap buna ihtiyaç duymuyor. Edebi dille, ondaki adalet duygusunun hissiyatını çok güzel anlatıyor. Ama film yaptığınızda, hele de Kenan İmirzalıoğlu gibi bir babayiğit oynattığınızda, onun oradan gidişinin bir kaçış olmadığını anlatabilmek için böyle bir şey yapmak gerekliydi. Hem o şiddet sınırına geldiğinde bunu yapabilecekken yapmayan hem de bunu da Nun suresine dayandıran bir söylem geliştirmesi, onun aynı zamanda hem inancını hem de kendi meşrebince bir hayatı olduğunu gösteriyordu. Gidiyor ama sen ve senin gibilerin hep karşısında olacağım diyor, bundan korkmuyor ve çekinmiyor. Ona enerjisini harcamak yerine daha iyi beslenebileceği bir yere gidiyor.

 

O sahnede zaten Ali’nin pozitifliğini, adalet arayışının altında yatanın da inançtan kaynaklandığını anlamış oluyoruz. Kitapta sürekli sezilen şeyi, filmde belki de o sahnede anlıyoruz.

 

Evet.

 

Uzun Hikaye bir yandan içinden Türkiye tarihinin geçtiği bir dönem panoraması, dramatik bir baba-oğul hikâyesi, diğer yandan da fazla naif ve masalsı. Geçişlerde önem verdiğiniz hususlar nelerdi?

 

Filmde biliyorsunuz hayatlarıyla ilgili her şey var. İnsan zaten bu dünya denilen perde üstünde her şeyi bir şekilde yaşamaya gelir, sonra her şeyi görecek, bir yere doğru yolculuk yapacak, bir şeyi algılayacak, yani ben bunun neresindeyim ve nereye doğru gidiyorum diyecek. Bu zaten vardı, bunu mümkün olduğu kadar fona yerleştirip bunun önünde hep gülümseyen, sıcak bir adam yerleştirdik. Kalbi hep açık, sıcacık ve umut dolu, en önemli prensibi umudu kaybetmemek... Bu, işte ancak masalsı ve şiirsel görselliği gerektiriyordu, bu yüzden daha şiirsel ve masalsı bir görsel dil oluşturduk.

 

Hapishane bile filmde çok sıcak bir şekilde resmediliyordu.

 

Evet, yani kullanılan malzeme oldukça sert ama pencereden gelen tek bir ışık kaynağı var ve o işte umudu temsil ediyor. Yani çıkacağım buradan dediğinde, yüzünü ışığa doğru dönüyor. Bizim özellikle yapmak istediğimiz bir şeydi. O umudu, sıcaklığı hep korusun istedim. Bu da nasıl bir görsel dille, müzikle ve oyunculukla oluşabilir, hep bunun etrafında dolaştık.

 

 

Uzun Hikaye’de Deli Yürek, Ekmek Teknesi, Süper Baba gibi film ve dizilerinizden de temalar ve karakterler var. Mustafa Kutlu’nun hikâyesi bu anlamda sizin filmografinizi de tek bir çatı altında toplamış gibi gözüküyor. Diğer çalışmalarınızla bu film arasındaki bağlantıyı siz nasıl yorumluyorsunuz?

 

Güzel bir tespit, aslında popüler algıda insanlar en son ne yaptıysanız, popüler dünyaya en çok ne yansıdıysa sizi öyle hatırlıyor. Ama aslında ben Kurtlar Vadisi’ni yaparken Ekmek Teknesi’ni yaptım, Deli Yürek’i yaparken Hayat Bağları’nı yaptım. Yani bunlar hep vardır aslında benim hikâyelerimin içinde. Bu, evet bir anlamda hepsini içinde barındıran bir hikâye. Aşk hikâyesinden adalet arayışına kadar hepsini içinde barındırıyor. Zaten diğer işlerin de türleri farklı gibi gözükse de ortak teması adalettir. Ben de kendi adıma yaptığım işlerde tek bir nokta ararsanız merkezinde ne var diye, bunu kendi adıma adalet duygusu diye açıklayabilirim. Adaletten vazgeçerseniz insan olmaktan vazgeçersiniz. Adalet bizim insan oluşumuzun en temel gereksinimidir, varlık nedenimizdir. İnsandan adalet duygusunu çıkarırsanız aklı olduğu için doğada bütün vahşi yaratıklardan daha vahşi olur; çünkü aklı vardır ve aklını onun için kullanır. İnsandan daha vahşisi yoktur aslında, onu adalet duygusuyla meczettiğinizde insan çıkar.

 

Bu soruyu sorma nedenlerimizden biri de kitapla sizin sinemanızın arasındaki paralellikler aslında. Kıskanmak kitabını kim çeker diye sorsanız, çoğu kişinin ilk aklına Zeki Demirkubuz gelir. Mustafa Kutlu hikâyeleri için de ilk akla gelen yönetmenlerdensiniz. Örneğin Ekmek Teknesi’ndeki karakterlerle İstasyon Şefi, Kıraathane sahibi gibi karakterlerin çok benzeşen yanları var. Onlar zaten sizin dizilerinizde yer alan karakterler gibi.

 

Evet, sorduğunuz zaman bütün bunlar var içinde. Bunu kelimelerle ya da cümlelerle ifade etmek dar geliyor bana. Okuduğum an, evet film yapmalıyım dedim. Çünkü benim hissettiğim her şey vardı orada, ben onun içinde olmalıyım, onunla yaşamalıyım dedim. Film çekmek aslında biraz da böyle bir şey yönetmenler için. Ben o kitapla on bir yıldır yaşadım ve son altı aydır çekerken ve post prodüksiyonda artık ben bunu yaparak daha da zenginleştiğimi hissediyorum, benim de çıtamın değiştiğini hissediyorum. Hem algımın hem kalbimin hem gönlümün daha da büyüdüğünü görüyorum.

 

Çeşitli edebiyat uyarlamalarında da görüyoruz bunu, yönetmenin dünyasıyla eserin dünyası arasında bir doku uyuşmazlığı oluyor ve malzeme çok dağılıyor. Bu kitapta da çok fazla karakter var, olay var ama size aşina bir çevrede gerçekleştiği için sizin malzemeye hâkimiyetiniz var.

 

Neyi iyi biliyorsanız ya da hissediyorsanız onu yapmanız lazım. Sanatçının sezgisini kullanabileceği alanla ilgili ya da yetiştiği büyüdüğü kültür iklimiyle ilgili bir şey bu. Mesela eleştirileri okuyorum, birkaç tane olumsuz eleştiri var, ama seyirciden olağanüstü dönüşler de var. Eleştiri yazan insanlardan iki üç tane olumsuz eleştiri var, ama üzülerek şunu görüyorum orada. Eleştirdikleri için değil, eleştirilerinde bir duvar var filmle aralarında. Yani drama sanatının ölçüleriyle eleştirmiyorlar; drama sanatının gerektirdiği bir takım kriterler vardır. Bir filmi görsel diliyle eleştirirsiniz, müziğiyle, senaryonun kuruluşuyla, dramatik yapısıyla, uyarlama mantığıyla eleştirirsiniz, karakter çözümlemeleriyle, dönemle, o dönemdeki siyasi olgularla eleştirirsiniz ve bunlar içinde yönetmenin ya da yazarların tercihleri vardır, buralardan bakarsınız, analiz edersiniz. Ama böyle bir şey yok, sadece bir duvar var bazılarının arasında. Maalesef bu kültür iklimine o kadar uzaklar ki… “Onlar gözleri mühürlenmişlerdir, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır duymazlar, onlar kalpleri mühürlenmişlerdir.” Bu film biraz kalp açmaya çalışıyor aslında ama mühürlenmişlerin kalbini açmak bizim haddimiz değil tabi. Ali diyor ki, bir dakika, benim kalbimi karartmayın, benim kalbime girmeyin. Asıl bilmek bu işte, bilmek böyle bir şey. Aydınlığı, insanı bilmek böyle bir şey… Bunu hissedemeyenler mesela Ali’nin bu kadar fakirken okumamışken bu kadar bilge oluşuyla dalga geçiyorlar, çünkü Ali kalbinden bakıyor. Bilmek, böyle bir şey. O kalbinden biliyor. Zaten her şeyi bildiğini iddia etmiyor, çok basit araştırmalar yapıyor ama asıl bildiğini söylediği şey kalbi bir şey.

 

Onun aşkı da aslında öyle bir şey. Normal bir aşk olsa, karısını kaybettikten sonra dünyaya küser, her şeyden uzaklaşır ama onun aşkı daha metafizik bir düzlemde, bu yüzden de umudunu ve ışığını hiç kaybetmeden devam edebiliyor.

 

Çocuğuyla devam ediyor yani, orada bir yolculuk yapıyor. Biz zaten sonrasında onun nefsiyle ne yaşadığıyla ilgilenmiyoruz. Onu göstermiyor kimseye. DVD versiyonunda olacak, filmi biraz kısaltmak zorunda kaldım, bir sahne vardı şu anda gösterimde olmayan. Mustafa, Sevim’e der ki, sen babamı unut, o annemi sever hâlâ... Sonra da babamın hayatına başka bir kadın girmiş miydi bilmiyorum, bilsem de söylemezdim der. Yani o tarafıyla çok ilgili değiliz zaten, kalbiyle ilgiliyiz.

 

Kitapta da hep o mahremiyet sınırları çiziliyor, girilmiyor oralara.

 

Biz nefsiyle olan ilişkisine girmiyoruz. Bu böyle bir film. Her film her yere girmez, girmek zorunda da değil. Bu bir tercih meselesi. Bu hikâyede bizim tercihimiz bu değil. Biz kalpleri açmaya, orayı hissetmeye çalışıyoruz. Bu filmin ideolojik söylemi yok, bu film tamamen kalpleri mühürleyen her neyse onlara karşı. Onlar insanları belli gruplara koymak istiyor. Hâkim düzen ya da ne ise onun adı. Biz orada bütün bunlara hayır diyen bir adamın kalbiyle dünyaya bakıyoruz, yapmaya çalıştığımız şey bu. İyi insan olmayı niye bu kadar endişeyle karşılıyoruz? İyi insan olmayı unutmuşuz artık, bir gazeteci arkadaşım bu kadar iyi olabilir mi, bir adam bir kadını bu kadar sevebilir mi, olamaz dedi. Bundan o kadar uzaklaşmışız ki, dünyamız o kadar kötücül, şüpheci, kaotik olmuş ki… Ama insan olmak için sadece kalbimize ihtiyacımız var bence, onu kaybetmemek lazım.

 

Fotoğraflar: Cihad Caner

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - [email protected] Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..