1. Öncelikle şu soruyu sormalı: Bir ulusun sineması olur mu? Cevabını da hemen vermeli: Tarihi, tiyatrosu, dili ve kültürü ne kadar olursa o kadar olur aslında. Türk ulusu neye tekabül ediyorsa onun sineması da ona tekabül eder. Birincisi ne kadar kurgulanmış, tahayyül edilmişse ikincisi de o kadar kurgulanmıştır, muhayyeldir. Türk ulusunun da “Türk sineması”nın da tarihi icat edilmiş tarihlerdir. “Kurmaca”, devletle birlikte ve devlet için kurgulanan uluslar için münbit bir alandır. Tarihin görselleştirildiği, yüksek kültürün inşa edilmeye çalışıldığı bir alandır bu. Meşru şiddet tekeline sahip olan devletin şefkat maskesidir kurmaca. O nedenle “kültür politikaları” ile müdahil olur o alana ve temerküz oluşturmak ister. En başından itibaren sinema ulus-devlet iktidarının ilgisini çeker. İdeolojik inşa ve yönlendirme mekanizması olarak düşünülür. Modern ulus-devlet sanatın himayesinden beslenir. Sanatı himaye ederek, sınırlarını kontrol etmek ister.
Fakat kurmaca, sanatın da alanıdır: itirazın ve farkın. Hem çelişkinin hem ıstırabın hem de neşenin alanıdır o. Gündelik hayatın sisteme karşı durabildiği alandır bir başka deyişle. Bu nedenle sınır, sinema için işlenecek bir tema olabilir sadece. Sinemanın sınırları dilin sınırlarıdır; hani şu düşüncenin de sınırları olan dilin sınırları.
Sinema kültürünün oluşumunda ulus-devletin müdahaleleri görmezden gelinemez hiç kuşkusuz. Fakat bu durum bize, öyle kolaylıkla “ulusal sinema”dan bahsetme imkânı tanımaz. Sinema hem kültürün taşıyıcı öznesi hem de nesnesidir. Bu hâliyle sinemanın ulus-devletle ilişkisi değişmiştir. Todorov der ki, her yapı (ünite) kültürlerden farklı oranda etkilenir ve kültürler değişime tâbidir. Fakat birileri bunu tehdit olarak algılar ve buna direnirler. Tek ve donuk bir kültürden bahsetmemiz olası değildir. Akışkan bir kültür sözkonusudur. Bu sinema sözkonusu olduğunda da geçerlidir. Bu nedenlerle tarih, kültür ve toplum üstü kategorilerle yapılan tanımlamalar bir süre sonra gösterenini kaybederler. Özetle bahsettiğiniz kategori ne yeterlidir ne de kaçınılmaz.
2. Sorulması gereken “Türk sineması” terkibinin neyin karşılığı olduğudur. Eğer bu terkip nevi şahsına münhasır bir gerçekliğe karşılık geliyorsa, o takdirde bu gerçekliğin mahiyetine ve muhtevasına dair bir tartışma yapabiliriz. Yeşilçam ürünleri bir “Türk sineması” örneği olarak sunulabilir mi ya da Sırrı Süreyya Önder bir “Türk sinemacısı” olarak betimlenebilir mi? Türk sinemasında olan ve örneğin Amerikan sinemasında olmayan nedir? Türk sineması dediğimizde hangi estetik özelliklerin onu kendine mahsus kıldığını, onu diğer sinemalardan ayırt ettiğini düşünüyoruz? Türkiye’de yapılan Türkçe filmler toplamına mı “Türk sineması” diyoruz yoksa bahsettiğimiz “yerel film endüstrisi” midir? Filmlerin yerel mevzuları işlemesine mi atıfta bulunuyoruz ya da filmi kimin tükettiğine bakarak mı onu “Türk” olarak niteliyoruz? Kurumsal, estetik, ideolojik vs. hangi açıdan farklı? Birileri bize bu farkları gösterdiği takdirde “Türk sineması” kavramının bir “ideal-tip” olarak ortaya koyulabileceğini söyleyebiliriz.
3. “Türkiye sineması” ifadesi sadece yetersiz bir ifade değil, aynı zamanda anlamsız bir ifade. Eğer maksadımız, “Türkiye sınırları içinde üretilen sinema”yı imlemekse o takdirde sorun yok. Fakat bu imlemeyi çok küçük harflerle ve sinema analizlerinin çok ama çok sınırlı bir kısmında kullanabilirsiniz. Zira bu size niceliksel bir analiz imkânı verir. Ki bunun yerine “Türkiye’de sinema” kavramı daha uygun düşer.
Niteliksel bir analiz yapılacaksa o takdirde “yekpare” analiz araçlarından kaçınılması gerekir. Popüler kültür alanı içinde “Türk sineması”, “Türkiye sineması” yahut “Kürt sineması” kavramları muhabbet imkânı sunar. Fakat yapılacak olan bir sinema çözümlemesi ise ne Türk sineması ne Türkiye sineması kavramları bir anlam taşır. Bir filmin yaratıcı kadrosu, estetik önerisi, toplumsal etkisi ve içinden çıktığı tarihsel bağlam üzerinde düşünürken bu denli genellemelerden kaçınmanın vakti gelmiş olsa gerek. Büyük başlıklar altında ezilen, kaybolan sanatsal üretimler eğer canımızı sıkıyorsa o takdirde önce emperyal kavramlara itiraz etmeliyiz. André Bazin’in dediği gibi “Sinema bir dildir ve her dil gibi öğrenilmek ister. Sinema dilinin de bir dilbilgisi vardır.”. Problem belki de bu dilbilgisinden haberdar olmamakta.
Bugün üretilen birçok iyi filmde “ulus mekânından kent mekânına”, “Ortodoks insanların yaşamlarından marjinal figürlerin sorunlarına”, “bütünleşme temalarından farklılaşma çağrılarına” doğru bir yönelim sözkonusu. Böyle bir ortamda tekil bir kültür üretme çabası ne kadar anlamlı? Kültürel homojenlik ve birlik söylemi yerine, çoğulluk ve fark söylemi daha önemli değil mi?