1. Böyle bir soruya cevap verebilmek için önce bir başka soru sormamız gerekir: Meselâ bir filme “Türk filmi” dediğimizde neyi kastediyoruz? Hem anne hem baba tarafından Türk bir yönetmenin çektiği bir filmi mi, Türk yapımcılar eliyle üretilmiş bir filmi mi, sponsorları Türk olan bir filmi mi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kültür Bakanlığı’ndan destek almış bir filmi mi, Türk oyuncuların oynadığı bir filmi mi, senaryosu Türkçe olan bir filmi mi, konusu bir şekilde Türk kültürüyle yahut tarihiyle ilişki içerisindeki bir filmi mi yoksa sahneleri Türkiye’de çekilmiş bir filmi mi? Bir sinema eserini Türk filmi olarak nitelendirebilmemiz için bu saydıklarımdan hangilerinin yahut en az kaçının, yan yana gelmesi yeterli olur? Birkaç on yıl önce sinema araştırmacıları bir filmi belli bir ülkenin sinema külliyatına ait bir eser olarak nitelendirmeyi büyük bir sorun olarak görmüyordu. Bunun sebebi sadece teorik seviyede postmodern düşüncenin bugünkü kadar baskın olmayışı değildi, fakat pratikte de yukarıda saydığımız bütün bu kategoriler çoğunlukla aynı ülke içerisinde kesişebiliyordu. Bugünkü durum ise böyle değil; bir filmin üretim sürecini belirleyen faktörler artık önceki dönemlerden çok daha heterojen ve sofistike bir görünüm arz ediyor: Anne ve babası farklı ülkelerde doğmuş, kendisi ise bir başka üçüncü ülkede dünyaya gelmiş çok-kimlikli ve çok-dilli melez bir yönetmenin, dördüncü bir ülkeden bir yapımcıyla ve ulusötesi şirketlerden -yahut birden fazla ulus-devletin kültür bakanlıklarından- aldığı mali destekle, içinde doğmadığı yabancı bir memlekette, o memleketten ve başka memleketlerden farklı etnik kökenlere sahip oyuncularla ve set ekibiyle çektiği çok-dilli bir senaryoya dayalı bir film, herhangi bir ulus-devletin sınırlarına indirgenerek sınıflandırılabilir mi? Tabii ki hayır. Dolayısıyla ben bu soruya kabaca şöyle bir karşılık vereyim: Bir sinema filminin kıta, coğrafi bölge yahut ülke adlarıyla nitelendirilmesinde yahut sınıflandırılmasında -bu kategorileri mutlaklaştırmamak kaydıyla- bir sakınca görmüyorum, fakat tek bir ülke adına indirgenmesinde en azından bugün üretilen birçok eser açısından bariz bir yetersizlik görüyorum. Sadece coğrafi referans değil, etnik referanslar da bir sinemayı tanımlamak için pekâlâ yeni kategoriler sunabilir. Diaspora sinemaları buna örnektir. Bu sebeple, tireli kimliklere sahip bir film birkaç ülkenin yahut birden fazla etnik kültürün sinema külliyatlarının bir parçası olabilir. Bugünün dünyasında ülkeler ve kültürler arasındaki “ortak kültürel miras” gün geçtikçe artıyor.
2. Bu soruya da bir başka soruyla karşılık vereyim: Türk derken neyi kastediyorsunuz? Etnik bir kimliği mi? Yoksa ulusal bir kimliği mi? Yoksa ulus-devlet paradigmasından bağımsız olarak belli bir halkın adını mı? Bugün biz Cumhuriyet’i kuran zihniyetin ulus-devlet projesi kapsamında “muhayyel bir cemaat” olarak kurguladığı homojen Türklüğü tartışıyoruz, etnik bir kimliği yahut bir halk adını değil. Fakat bazen tartışmalar, sanki bir ırk yahut etnik bir kimlik olarak Türklük diye bir şey gerçekten varmış gibi bir yöne sapabiliyor. Bu varsayımlar ise resmi ideolojinin kurguladığı ve bugün muteber tarihçiler arasında kabul görmeyen birtakım pozitivist-idealist tarih tezlerinden neşet etmiştir. Hâlbuki Anadolu coğrafyasında yaşayan insanlar yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde yerden soğan gibi bitmiş fertler olmadığı gibi, Türkiye toplumu İskandinav ülkelerinin nüfus yapısına benzer bir şekilde herhangi bir “yalıtılmışlığa” da sahip değildir. Bilâkis bugünkü Anadolu nüfusu önceki çağların halklarının bir devamıdır. Buna ilâveten şunu da söylemek lâzım ki, Osmanlı devletinin çöküşü esnasında bilhassa Balkanlardan gelen büyük göç dalgalarına maruz kalmış (dahası Osmanlı’daki nüfus ve iskân politikaları dolayısıyla da etnik çeşitliliğin her dönemde had safhada olduğu) bir toprak üzerinde yaşıyoruz. Osmanlı döneminde Avrupalılar çoğu zaman diyar-ı Rum’da yaşayan Müslüman halkları “Türk” diye anıyorlardı. Dolayısıyla Türklük kavramı, dini anlamda bir homojenliği barındırmakla beraber etnik anlamda daha heterojendi. Nitekim din-merkezli bu anlam, 1923’teki nüfus mübadelesinde de faal bir rol oynadı. O hâlde Türklük kavramı, Anadolu topraklarında yaşayan ahaliyi tarif etmek gayesiyle bir nevi kolektif kimliğin ismi olarak icat edildi. Peki isim bir tarafa, bir ülkede yaşayan insanların kolektif kimliğini ne gibi unsurlar belirler? Ortak değerler mi? Irk mı? Din mi? Anayasa mı? Amerikalı dediğinizde bu bir etnik kimliği değil, ama farklı etnik kimlikleri içerebilen dinamik bir milli kimliği işaret ediyor. Kaynağı ise anayasaya bağlılık. Britanyalı dediğinizde de yine İngiliz, İskoç, İrlandalı, Gallerli, Hindistanlı, Pakistanlı vb. farklı etnik kimlikleri içeren dinamik bir milli kimlikle karşılaşıyorsunuz. Fakat Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca hüküm süren Türk kimliği, Anayasa’ya bağlılık vb. ilkeler etrafında şekillenmemiş, çünkü ahali anayasa yapım süreçlerine müdahil olamamış, esas idare hep askeri erkânın elinde bulunmuş. Dahası, böylesi bir Türk kimliği statik ve özcü bir görünüm arz ediyor, zira -bırakınız yeni farklılıklara açık olmayı- ülke nüfusu içerisindeki mevcut farklılıkları dahi kapsayıcı olmayan, etnik kimlikleri tümüyle hariçte bırakan, onların varlığını tanımayı reddeden, onları Türk’ün zıddı -hatta bazen cebr ile ortadan kaldırılması gereken birer “iç” tehdit- olarak konumlandıran, farklı etnik kimliklere mensup vatandaşların yönetime katılma ve siyasi yapıyı biçimlendirme hakkını birçok örnekte görüldüğü üzere keyfi bir biçimde ya sınırlandıran yahut tümüyle ihlâl eden “militarist irade”yi temsil eden, farklı etnik grupların kültürel taleplerini geri çeviren, dahası onlara kendi etnik kültürlerini ve dillerini dahi unutturmayı ve hepsini asimile etmeyi hedefleyen bu militarist iradenin mevcut çoğulluğu tepeden inmeci yöntemlerle baskılamasına ve hizaya sokmasına hizmet eden, çatışmacı, baskıcı ve ekseriyetle ırkçı bir anlam taşıyor. Osmanlı devletinin çok-kültürlü mirası üzerine kurulu, etnik bakımdan çeşitlilik gösteren bir nüfus yapısına sahip bir ülkede etnik kimlikleri ve bu kimliklerin bir parçası olan dilleri ve kültür miraslarını dışlayan ve tehdit olarak algılayan bir ulus kimliği inşa edilmiş olması, bugünkü toplumsal çatışmanın en temel kaynağıdır. Ulus-devlet kimliği elbette tüm dünya halkları için başlı başına bir sorundur, ama Türkiye ulus-devletinin bugün “kolektif kimlik” meselesinde yaşadığı sorun her ulus-devletin yaşadığı türden bir sorun da değildir. Burada doğrudan Cumhuriyet’in resmi ideolojisiyle, ulusal kimlik tanımıyla ve düşman algısıyla ilgili daha büyük meseleler var. Bir kere etnik kültürleri içeren ve onların varlığını tanıyan heterojen bir Türklük tarifi yerine dışlayıcı ve homojenleştirici bir ulusal kimlik tarifini tedavüle sokmuşsanız ve “Türk kimdir?” sorusunu “Türk, kendini Türk hisseden herkestir” gibi muğlak ve totolojik bir ifadeyle cevaplıyorsanız, bu durumda kendini Türk hissetmeyen -hatta belki de devletin kararlı bir şekilde uyguladığı asimilasyon siyaseti sebebiyle yaşadığı acı tecrübeler neticesinde bariz bir biçimde dışlandığını ve sindirildiğini düşünen- Türkiyeli bir Kürt yönetmenin filmini Türk sineması olarak nitelendirmek de yaman bir çelişki olacaktır. Bu sebeple, bugünün koşulları göz önüne alındığında Türkiye’de üretilen sinemaya toptancı bir dille Türk sineması demek indirgemeci bir tutum olarak görülebilir. Fakat bunun yerine ne demek lâzım gelir, meselâ “Türkiye sineması” demek daha mı uygundur, bunu daha tafsilatlı bir şekilde tartışmak icap eder.
3. Bilhassa Türkiye gibi bir ülkenin sineması bakımından bu çok mühim bir sual. Zira Cumhuriyet’i kuranların ulus tanımı etrafında öne çıkardığı temel meselelerden ikisi bu soruyla yakından alâkalı: Birisi “kültürel mirasın reddi”, diğeri “sınırlar” meselesi. Türkiye’nin siyasi coğrafyası büyük ölçüde Misak-ı Milli kararlarıyla şekillenmiş olsa da, tarihi coğrafyası bugünkü siyasi coğrafyasından çok daha geniştir; ülkenin tarihi coğrafyası üzerinde bugün kırk küsur devlet kuruludur. Bu coğrafya birkaç bin sene öncesine dayanan bir fantezi değildir, henüz geçen yüzyıla kadar mevcut olan bir vakıadır. Nitekim bu durum, hâlihazırdaki toplumsal bağlar tarafından da doğrulanmaktadır. Türkiye toplumunun Balkanlarla, Kafkaslarla ve Mezopotamya havzasıyla tarihin derinliklerine uzanan akrabalık bağları vardır. Türkiye toplumu Yunanistan’la, Bulgaristan’la, Arnavutluk’la, Bosna’yla, Kosova’yla, Makedonya’yla, Gürcistan’la, Rusya’yla, Ukrayna’yla, Suriye’yle, Irak’la, İran’la, Azerbaycan’la, Ermenistan’la, hatta daha ziyade Ege Bölgesi’nde yaşayan Afro-Türkler sebebiyle Afrika’yla da akrabalık bağları olan bir toplum. Dahası tarihi hafıza bakımından da Afrika, Doğu Akdeniz ve Arap yarımadasıyla da güçlü bir irtibatı var. Geçen yüzyılda Anadolu’dan Avrupa ülkelerine yaşanan göçler ve orada meydana gelen evlilikler sebebiyle artık Almanya, Avusturya ve İngiltere başta olmak üzere birçok Kuzey ve Batı Avrupa ülkesiyle ve ayrıca Amerika’yla da toplumsal bağlarımız var. Bütün bunlar bireylerin hafızalarında, aile-içi anlatılarda yaşıyor; hâlâ yılın belli günlerinde akraba ziyareti için o ülkelere gidiliyor, geliniyor. Saydığım bu coğrafyalarda birçok taşınmaz eser de yine bizim atalarımız tarafından inşa edilmiş ve bugün de Kültür Bakanlığımızın desteğiyle bakımları, tamirleri ve tadilatları yapılıyor. Fakat hem redd-i miras hem de siyasi hudutlarımızı bir nevi “psikolojik hudut” hâline getirme alışkanlığı neticesinde, Cumhuriyet sonrasında uzun yıllar boyunca bu tarihi bağlar ihmal edilmiş. Tıpkı dışlayıcı ulusal kimlik tasavvurunun bugün artık temelinden çatırdadığı ve Türkiye toplumunun bütününü kucaklayacak yeni bir kolektif kimliğin inşasına ihtiyaç duyulduğu gibi, resmi ideolojinin ürettiği ulusal tarih ve coğrafya tasavvurları da çökmüştür. Sınırlarımızın ötesindeki hayaletler coğrafyamıza dadanmakta ve bu “bağları” bize hatırlatmaktadır. Bu da demek oluyor ki, ülkemizde üretilen ve üretilecek sinemanın ufku Anadolu coğrafyasından ibaret olamaz, olmamalıdır. Fakat geleceğin sinemasını isimlendirme meselesi, kanaatimce üzerine ciddi manada teorik tartışmalar yapmamızı icap ettiriyor.
Sorunun ikinci kısmı için, evvelâ şunu vurgulamak gerekir: Mademki “Türk” kavramı tarihsel, toplumsal, siyasi ve kültürel olarak inşa edilmiştir; o hâlde kavramın bugünkü Kemalist anlamdaki mevcut inşasının eleştirisi de özcü bir üslûba bürünmemelidir, çünkü sözkonusu inşa kalıcı değildir. Türk kavramının “tarihi inşası” ne Cumhuriyet elitinin 1930’larda tarihi donduran muhayyilesiyle ne de sonraki dönemlerde güç kazanan diğer milliyetçiliklerin muhayyilesiyle sınırlanabilir. Bu şu demek oluyor: Bugün de daha başka bir inşa mümkündür. Zira kültürler ve toplumlar dinamiktir, tarih beklenmeyen dönüşümlere açık bir süreçtir ve kültürel nosyonlar ve kimlikler de yeni ilâvelerle genişleyebilecekleri gibi, bazı kırılmalar ve radikal evrimler ile öngörülemez bir biçimde dönüşebilirler de. Kaldı ki Türklüğün tarifi Kemalistlerin tekelinde değildir, olamaz da. Meselâ Kemalist ideolojinin en ateşli muhaliflerinden biri olan ve Marksist gelenekle yakın bağı bulunan Kemal Tahir, Türkiye’de yaşayan toplumu homojen, totaliter ve dışlayıcı Kemalist tarifin aksine heterojen, çoğul ve kapsayıcı bir Türklük ile tarif ederek “Anadolu Türk halkları” tabirini kullanmıştı. Dolayısıyla “Türk” kavramının tarihi inşasını Kemalizm’in ürettiği muğlak ve çatışmacı tarife hapsetmek ve diğer tarifleri görmezden gelmek de aynı ölçüde sorunludur. Ben şahsen Türk kavramının zannedildiği kadar önemli ve kuşatıcı bir kavram olduğunu düşünmediğim gibi, bunun sanat eserlerini sınıflandırırken kullanmaktan tümüyle kaçınmamız gereken, elverişsiz ve işe yaramaz bir kategori olduğu kanaatinde de değilim. Kürt sineması da vardır (Türkiye’de, Irak’ta, İran’da vs.), Türk sineması da vardır (Türkiye’de, Almanya’da, İtalya’da vs.); fakat bundan daha önemli olan şey, bunlar arasında keskin sınırlar yoktur. Birçok film, hem Türk sinemasına hem diğer sinemalara mal olmuştur. Fatih Akın’ın filmleri hem Alman sineması hem de Türk sineması külliyatlarında yer edinirken, Ferzan Özpetek’in filmleri de hem İtalyan sinemasının hem de Türk sinemasının örnekleridir. Yine meselâ bir Cafer Penahi’nin filmleri hem İran sinemasının hem de Kürt sinemasının birer parçasıdır. Etnik/milli kimlikler, kaygan, ele avuca sığmaz, melezleşmeye elverişli, birbiri içine geçebilen, aralarında herhangi bir mutlak hudut çizgisi olmayan, kendi içinde dönüşüm geçirebilen, daha başka kimliklerle etkileşime girebilen oluşumlardır. Kısacası bugünkü anlamıyla kimlik, bir “kök” değil, bir “kök-sap” (rhizome)’tır; o, aynılık değil, farklılaşabilme potansiyeli demektir.