Bazı yönetmenlerin filmografileri, ufak bir farkın dışında samanlığa benzer. Böylesi sinemasal samanlıklarda pek çok iğneye kolaylıkla denk gelebilir, hatta bunlar alışıldık iğnelerden olmadıkları için, zihninize batarak size varlıklarını ısrarla hissettirebilirler. Sinema anlayışlarının olup olmadığı dışında herhangi bir tartışmaya dâhil edilmeyecek yönetmenlerin filmografilerini baştan sona kuşatan (ve zihninize batan) “vasatlığın” orta yerinde farklı bir eser, çok ama çok ender de olsa bazen belirir. Bu tip eserlerin başlıca özellikleri arasında, yönetmenin filmografisinin demirbaşları içinde yer alan plânsızlığı, istemeden ulaşılan yeni ufukları ve temelinde düşünceyi barındıran filmlerde var olan her şeyin yokluğunu kolaylıkla sayabiliriz.
Acaba bir hikâye anlatıcısı olarak çıktığı yolda kaç yönetmen yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgi üzerinden geçip (Flatliners, 1990) Bruce Wayne'in görkemli maceralarına ulaşmış (Batman Forever, 1995), Gotham City'ye bir kez daha uğrasa bile (Batman&Robin, 1997) asal bir sayıyı merkezine alan numerolojik paranoyalarda kaybolmuş bir Jim Carrey'i ziyaret etmeyi ihmal etmemiş (The Number 23, 2007), daha sonra ise Naziler hakkındaki bir komplo teorisinde (Blood Creek, 2009) kendisini bulabilmiştir? Bu bağlamda Joel Schumacher'in kazara hedefi on ikiden vuran Telefon Kulübesi (Phone Booth, 2002) filmini de değerlendirmek mümkün.
Karşıtlıklar Evreni
Schumacher’in filmi neredeyse tek mekânda geçen bir hikâyeyi anlatıyor. Ancak Telefon Kulübesi'ni, Holivud için artık bir janr hâlini alan tek mekânda geçen filmlerden ayıran ve yönetmenin filmografisi içinde dikkate değer kılan fark, sözkonusu anlatıların alışıldık temalarından iletişimsizliğe odaklanmak yerine aşırı iletişimin ortasına hapsedilmiş bir bireyin hikâyesini anlatarak, ters bir yoldan iletişimsizliğe (şans eseri de olsa) varmış olmasıdır. Filmin şaşılacak derecede dikkate değer ikinci artısı ise antropolojik kökeni insanlık tarihinin çok da derinlerine uzanmayan bir mekânı kendisine zemin olarak seçmesidir.
Telefon Kulübesi’nin son artısı ise ana karakterinin “iletişim” hususundaki beceriksizliğidir. Bir telefon kulübesinde kapalı kalan Stu Shephard’ın, iletişimi bir ürüne dönüştürerek pazarlayan bir reklâm ve PR uzmanı olmasına rağmen, kendisini kulübede tutan akusmatik (kaynağı görünmeyen) sesin sahibiyle, eşiyle, asistanıyla, sevgilisiyle veya onu kurtarmak isteyen polis memuruyla kurduğu iletişim, kaynak ve hedef arasında hiçbir mesajın taşınmadığı boş bir uğraş hâlini alır. Üstelik bu iletişimsizlik silsilesi, bir süre sonra pazar payı yüksek bir ürün olan vahşet, acı ve gerçekliği seven televizyon kameraları tarafından kayıt altına alınır. İşte bu iletişim ağının ortasında giderek yalıtılan Stu'nın hikâyesinin geçtiği mekân, aslında onun iletişimsizliği hakkında da birkaç ipucu barındırır.
Başka bir ifadeyle Telefon Kulübesi, kamuya ait bir telefonun çalmasıyla başlayan bir olay örgüsü içerisinde iletişimsizliği anlatmak yerine iletişimi, yalıtımı göstermek için teşhiri kullanırken yan yana gelemeyecek bütün kavramları bir araya getirip bir oksimoron şenliği oluşturur. Film diğer yandan sesiyle doğruluk ve adalet dağıtan bir görünmez kahraman aracılığıyla köksüz bir mekânda kendisinden beklenmeyecek kadar çok konuya, yine kendisinden beklenmeyecek biçimde değinir.
Köksüz bir mekân
Clark Kent gibi sıradan bir adamı Süpermen’e çeviren ve vaktizamanında ilginç bir dönüşüme ev sahipliği yapan telefon kulübesi, filmde bir “kahraman”ı soytarıya dönüştürerek aslında iki yönlü de çalışabildiğini bizlere gösterir. Ancak telefon kulübesinin gizemli dünyasının temellerinde oldukça farklı bir unsur daha yatmaktadır. Diğer pek çok mekân gibi telefon kulübesi de başka insanlarla ilişki kurduğumuz buluşma noktalarından biridir. Her mekân, tarihi birikimimizin bir parçasına ev sahipliği yapmış, böylelikle mekânlara kimlikleri şekillenirken yaratıcılarından bağımsız bir karakter kazanma imkânı sunulmuştur. Mekânlar, inşa edildikleri yahut icât edildikleri dönemin özelliklerini taşırken, o dönem içinde yaşananları emer ve sahiplenirler. Tarihin onları şekillendirme yöntemi aşağı yukarı böyle işler; varlıklarını ispat etmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü kendi tarihleri olduğu gibi, bizim tarihimizin de bir parçasıdırlar. Mekânlar insanlığın kolektif bilincindeki yerlerini süreç içinde alırlar. Kendilerini anımsatmazlar, er ya da geç anımsanırlar. Peki her mekân bu kadar şanslı mıdır? Bazı şeylerden yoksun olan ve “icât edilmiş mekân”lar, kolektif bilincimizde nasıl bir yere sahiptir?
Telefon kulübesi de bu tip sorular yöneltilebilecek mekânlardan biridir. İletişim amaçlı bir mekânı iletişimsizliği ve yalıtılmışlığı anlatmak adına kullanma gücünü bize veren de tam olarak budur.
Marc Augé tarihten ve insan ilişkilerinden kopuk, kimliksiz mekânları, “olmayan mekânlar” (Non-places) olarak tanımlamaktadır. Augé, modern toplumun ürettiği antropolojik kökeni olmayan ve “eski” mekânlarla ilişkisi kopuk mekânları bu başlık altında toplamış ve kategorize etmiştir. Yazar, sıraladığım özelliklerden yoksun mekânlara örnek olarak otel odalarını, süper marketleri, ATM makinelerini ve havaalanlarını gösterir. Bu mekânlar, yalnızca geçici olarak içinde bulunduğumuz, anonimlikle belirlenmişliğin iç içe geçtiği mekânlardır. Bireylerin biletler, kredi kartları, elektronik posta adresleriyle tanımlandığı böylesi mekânlarda bulunmak rahatsız edicidir.[1] İçgüdüsel olarak işimizi/görevimizi tamamlayıp derhal uzaklaşmak istediğimiz mekânlardan biri de telefon kulübesidir. Artık eski kudretlerini kaybeden bu mekânların yerini bugün başka türetilmiş mekânlar almışsa da vaktinde jeton, artık kart veya kredi kartı aracılığıyla kullanıp bir an evvel terk ettiğimiz bu mekânda insanın kökleriyle temas hâlinde olmayan bir şeyler vardır.
Telefon Kulübesi, sözkonusu mekânın bu özelliğini bilinçsizce de olsa kendisine yaratıcı güç olarak seçmiş bir film. Stu, aşk, arzu, hırs ve nice dürtünün durmadan etik dışı yollardan tatmin ve bu nedenle sahteleriyle ikâme edildiği yaşamının bir anında kamuya ait bir telefonu kullanmak zorunda kalmakla kendisini bambaşka bir noktada bulur., Kulübenin içine tıkılan Stu gibi bir düzenbaz için insani hisleri ve ihtiyaçları aniden yıkıcı bir arınma ayininin değişmez unsurlarına dönüştüren şey, Clark Kent'i başka bir gezegenden gelen bir süper kahramana dönüştüren şeyle aynıdır aslında: İnsanlığın binlerce yıldır deneyimlediği hisleri ve dürtüleri 134 yıldır gündelik hayat içerisinde yer alan bir mekânın içerisinde yeniden ele alırsanız, sürecin sonunda kulübeye giren kişi ile kulübeden çıkan kişi arasında ciddi bir farkın oluşması hem doğal hem de kaçınılmazdır. Ancak Telefon Kulübesi, her şeyin bir biçimde tatlıya bağlanıp, gizemli tetikçinin yoluna sessiz sedasız devam ettiği sıradan bir hikâye olarak sona ermeyi tercih eder. Oysa film, Marc Augé’nin modernite ile süper modernite arasındaki çatışmanın temel dinamiklerinden saydığı unsurlardan birinin tam üzerinde durduğunu bilseydi, Stu için kapana dönüşen telefon kulübesinin arkasındaki billboard'a “Kim olduğunu zannediyorsun?” yerine, “Kim olduğumu zannediyorum?” yazarak, hem yönetmen Joel Schumacher’i hem de senarist Larry Cohen’i hoş bir tesadüfün yaratıcısı olmaktan kurtarabilirdi –ya da pardon, kendilerini azat edebilirlerdi.
[1] Konuya dair bu yazının sınırlarını aşan kapsamlı bir yaklaşım için bkz. Marc Augé, Non Places: İntroduction to a anthropology of super modernity (New York: Verso, 1995).