Filmde Ermeni şair Aram Pehlivanyan’ın yanı sıra, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet gibi isimlere referans var. Çıkış noktası olarak hangisini öncelediniz?
Aram Pehlivanyan’ın hayatının bir kısmı o şekilde geliştiği ve Aram ismi de Ermeniler arasında sık kullanılan bir isim olduğu için doğal olarak onun hayatını anlattığım düşünülüyor. Bu bir taraftan iyi bir şey; çünkü insanların Aram Pehlivanyan’ı yeniden keşfetmeleri hoşuma gider. Ama bu Aram Pehlivanyan’ın hikâyesi değil. Ondan referanslar aldık, ama Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Walter Benjamin, Stefan Zweig, Aram Kandanyan gibi -filmin sonunda ilham verenler bölümünde belirttiğim- çok isim var. Hatta Yaşar Kemal, Vedat Türkali, Rıfat Ilgaz da var. Bir tema üzerinden yola çıktım. Toplumsal travmalar, geçmişle yüzleşmek, tanıklık edememek idi çıkış noktam. Filmin biçimi de bunun üzerinden kuruldu. Saydığım isimlerden ziyade birkaç çalışma referansım oldu. Birincisi, tam da o dönemde karşıma çıkan Marc Nichanian’ın Edebiyat ve Felaket kitabıydı. Özellikle Ermeni edebiyatı üzerinden felaketin anlatılabilirliğini sorgulayan, insanlık tarihine referanslarla bunu anlatmaya çalışan bir eser. İkincisi, Primo Levi’nin Boğulanlar ve Kurtulanlar kitabı. Üçüncü olarak da, Giorgio Agamben’di (Auschwitz’den Artakalanlar).
Bu referansları Türkiye üzerinden nasıl bir çerçeveye oturttunuz?
Türkiye’de Ermeni meselesini oldu-olmadı tartışmasının ötesine taşıyan, bununla yüzleşmeye, tanık etmeye çalışan bir anlayış üzerine düşündüm. Bunun sinemada nasıl yapılabileceği, böyle bir dilin nasıl kurulabileceği üzerine kafa yordum. Bu konuda edebiyattan referanslar aldım. Bu, bir dil olarak bende oturdu. Özellikle bilinç akışı yöntemini kullanan yazarların dilinden beslenerek bu sinemada nasıl olabilir üzerine kafa patlattım. İsteyerek yapmıyorum ama süreç beni buna götürüyor.
Ermenilerin tanıklığı ifşa konusunda yaşadıkları travmayla yüzleşme çabası da filmin temel meselelerinden biri.
Burada büyük bir trajedi var, bu travmalarla yüzleşilmediği için. Bugüne dair ne zaman film yapmaya başlayacaksınız sorusu bana hep soruluyor. Bizim gibi ülkelerde geçmişi konuşmak, tam da gelecekle ilgili. İyi ve doğru bir gelecek için geçmişle uğraşıyoruz. Filmin başında Faulkner’dan yaptığım alıntıyla bunu anlatmaya çalışıyorum. Primo Levi’nin söylediği çok kritik: Tanık olanlar, oradan bir şekilde kurtulanlardır diyor, peki sonra onlar nasıl hayatta kalabildiler diye soruyor. Taviz vermeyenler ve en iyi olanlar hayatlarını kaybettiler. Kendisini de içine katarak, geride kalanlar, yani bizler diyor, tavizler vererek hayatta kaldık. Bunun suçluluğu, ağırlığı çok fazla. O yüzden yaşananları anlatmak zor. Türkiye’deki Ermeni sorunuyla ilgili en önemli şeylerden biri buydu. Tanık olan kuşak uzun yıllar bunun üzerine konuşmak istememiş. Şimdilerde sözlü tarih çalışmaları başladı. Böyle çalışmalarla neler olduğunu anlamaya başlıyoruz.
Barış Saydam'ın yaptığı söyleşinin tamamını Hayal Perdesi’nin 50. sayısında okuyabilirsiniz.