31 Mart-15 Nisan 2013 tarihleri arasında düzenlenecek olan 32. İstanbul Film Festivali’yle ilgili herkes programlarını yapmaya başladı. 16 Mart’ta biletler satışa çıkacak. Bizler de biletler satışa çıkmadan önce festival direktörü Azize Tan’la festival üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu yıl festivalde neler var, hangi filmler öne çıkıyor ve genel eğilimler neler, bunları Azize Tan’da dinliyoruz.
Bu sene Cannes, Berlin ve Venedik Film Festivali programlarının neredeyse bütün önemli filmleri festival programında gözüküyor. Programın hazırlanma süreciyle ilgili biraz bilgi verir misiniz?
Programı hazırlama süreci bir festival biter bitmez hemen akabinde başlıyor. Nisan ayında festivali yapıyoruz. Hemen sonrasında Mayıs ayında Cannes Film Festivali’yle birlikte ilk hazırlıklarımız da burada başlamış oluyor. Dünyanın belli başlı festivallerini geziyoruz. Burada takip ettiğimiz yönetmenlerin son filmlerini görüyoruz, yeni filmler keşfetmeye gayret ediyoruz. Uluslararası ve ulusal danışmanlarımız var, onların da yardımlarıyla festival programımızı oluşturuyoruz. Festivalimizde zaten yıllardır devam eden belli temalarımız var, hem o temalara uygun hem de yeni temalar oluşturabilecek, bize fikir verebilecek filmleri seyrediyoruz. Sonra da toplantılarda programımızı şekillendiriyoruz ve yolumuza devam ediyoruz.
Programda benim bu yıl en büyük üzüntüm Wong Kar Wai’nin son filmi The Grandmaster’ın olmaması oldu. O filmle ilgili de bir girişiminiz olmuş muydu?
Wong Kar Wai filminin Türkiye’de bir dağıtımcısı var, onlar filmle ilgili farklı bir strateji uygulayacaklar sanıyorum. Öyle bir durum var. Film, Türkiye’ye satılmıştı zaten.
İstanbul Film Festivali’nin festivaller festivali gibi bir havası var; çünkü seyirciyle büyüyen, seyircisinin ilgisiyle gelişen bir festival. Tabii onlar da dünya sinemasında neler olup bittiğini yakından takip ediyorlar. En iyi ve en yeni filmleri görmeye gayret ediyorlar.
Artık pek çok kişi yurtdışındaki festivalleri de takip ediyor, internetin olanakları genişledi, DVD pazarı hareketlendi. Üzerinizde baskı var mı bu açıdan?
Bunlar sadece bizimle ilgili değil, dünyadaki bütün festivaller için geçerli. Dünyada film seyretme alışkanlığı ve sinemayı algılayışla ilgili bir konu bu. Aslında uzun vadede, belki de birkaç yıl içerisinde, festivallerin kendi içlerindeki yapılanmalarını da değiştirecek bir şey bu. Şimdi festivaller de giderek daha farklı roller üstlenmeye başladılar. Film gösterilen yerler olmaktan çıktılar, film projelerinin hayata geçirildiği, bunlar için endüstriye bir platform sağlayan, zaman zaman film satın alan, film dağıtan kurumlar haline dönüştüler. O yüzden, festivaller de zaman içerisinde dijital teknolojinin gelişmesiyle birlikte olan değişimler sonucunda buna ayak uyduracaklar. Bu sadece bizimle sınırlı bir durum değil. Zaten film seyretme alışkanlıklarımız değişecek. Sinema başka bir boyuta girecek. İlerleyen yıllarda festivallerde izlediğimiz orta bütçeli filmler yok olacak; ya çok büyük bütçeli, bol efektli, sinema perdesinde izlemesi ayrı keyif veren yapımlar olacak ya da çok küçük bütçeyle çekilmiş yapıtlar ayakta kalabilecek. Bizim bildiğimiz anlamda orta bütçeler yavaş yavaş yok olmaya başlayacak gibi geliyor.
Cannes biraz oraya gidiyor aslında.
Sadece Cannes değil, dünyadaki her yer oraya gidiyor. Cannes Film Festivali, dünya sinemasının nereye gittiğini görmek açısından bir vitrin. Herkesin filmlerinin ilk gösterildiği yer, filmlerin pazarlandığı büyük bir market. Çünkü bir yandan da Cannes Film Festivali’nin büyük bir pazarı var. Bu açıdan da önemli. O bakımdan ilk işaretlerini görüyoruz orada. Bizim de bu sene festivalde göstereceğimiz filmlerden Danis Tanovic’in Bir Hurdacının Hayatı yetmiş bin avro bütçeyle tamamı çekilmiş bir film. Berlin’de iki tane önemli ödül birden kazandı. Ayrıca festival kapsamında yine bununla ilgili bir panel düzenleyeceğiz: Olmayan bütçeyle nasıl film çekilir diye.
Türkiye’de de artık yeni fonlama sistemleri gelişiyor. Kitlesel fonlama sistemleri gibi. Bir projeniz varsa halka açıyorsunuz, onlardan destek bulup projeyi hayata geçirmeye çalışıyorsunuz. Bununla da ilgili bir panelimiz olacak. Özellikle belgeselciler üzerinden bunu yapacağız. Can Candan ve İmre Azem çektikleri belgeseller üzerinden deneyimlerini anlatacaklar.
Bu süreçte bazı yönetmenlerin festivallerle işbirliği içinde gerçekleştirdikleri filmler de öne çıkıyor sanırım. Mike Figgis’in çektiği Çok Yaşa Aşk da İstanbul Film Festivali için değerli bir çalışma.
İstanbul Film Festivali ile işbirliği için değerli bir çalışma, ama özellikle festival için üretilmiş bir proje değil. Mike Figgis çok yönlü bir sanatçı ve dijital sinemayla çok yakından ilgileniyor. Bir kitabı da var bu konuyla ilgili olarak. Bu arada bu konuyu açtığınıza sevindim, çünkü Mike Figgis de bu sene festivalin konuklarından biri olacak. 2 Nisan’da Pera’da olacak ve bir sinema dersi de gerçekleştirecek aynı zamanda.
Yurtdışındaki festivallerde gösterilen filmleri de göz önünde tutarsak, bu yıl dünya sinemasındaki belirgin eğilimler neler?
Bu sene edebiyat uyarlamalarının çok öne çıktığını görüyoruz. Eskiden festivalde edebiyat uyarlamalarına yer veriyorduk, fakat Uluslararası Yarışma’da da edebiyat uyarlamalarını almaya başladıktan sonra ayrı bir bölüm yapmamaya başladık. Ama bu sene gördük ki, çok önemli kitaplar sinemaya uyarlanıyor. Galiba biraz da sinemada konu sıkıntısı çekiliyor. O yüzden, çok satan kitapların sinemaya uyarlandığını görüyoruz. Örnek verecek olursak, Türkiye’de de çok satan Lizbon’a Gece Treni Bille August tarafından sinemaya uyarlandı. O da festivalin konuklarından biri olacak. Bu anlamda, edebiyat uyarlamalarının yeni bir trend olduğunu söyleyebiliriz.
Kadın Hikâyeleri yine bu sene ön plana çıkan bölümlerimizden. Biliyorsunuz genellikle kadınlar kendilerine rol bulamamaktan şikâyet ederler, fakat son zamanlarda dünyanın her yerinde kadınların hikâyeleri ön plana çıkmaya başladı. Biz yıllarca kadınların erkeklerle verdiği mücadelede başarılı olduğu zannına kapılmışız, ama dünyanın pek çok yerinde, gelişmiş ülkelerde de, hâlâ kadının farklı algılandığını görebiliyoruz. Güçlü kadın hikâyelerine yer veren filmleri program kapsamında gösteriyor olmak bu yüzden bizi çok memnun ediyor. Kadınların ne olursa olsun var olma mücadelelerini devam ettirecek olmaları…
Bu yıl festival mekânlarına restorasyondan sonra yeniden açılan Ortaköy Feriye Sineması da eklenmiş. Feriye’nin festivale katılımı nasıl gerçekleşti?
Festival kapsamında bağımsız sinemalarla çalışıyoruz. Ortaköy Feriye de uzun süredir kapalıydı. Tekrar açıldıktan sonra biz de bunu değerlendirmek istedik. Özellikle o civarda çok sayıda okul var biliyorsunuz, üniversiteler, liseler… Aynı zamanda Boğaz hattında oturan izleyici kitlesine de hitap edebileceğini düşündük. Ve tabii ki böylesine tarihi, bağımsız bir sinemayı korumak, festival kapsamında değerlendirmek bizim için ilgi çekici oldu. Çok da güzel bir sinema.
Ulusal Yarışma’da yer alan filmlerin çoğu dünya prömiyerini festivalde yapacak. Yeni Türkiye Sineması açısından festival yavaş yavaş dünyaya açılan bir kapı işlevi görmeye başladı. Bu konuda ne diyebilirsiniz?
Aslında İstanbul Film Festivali’nin önemli amaçlarından bir tanesi Türkiye’de sinemanın dışarıya açılan kapısı olmak. Türkiye’de sinemaya bakış değişiyor, çok fazla genç yönetmen var, çok fazla yeni film çekiliyor. Bu sene prömiyerlerin bir kısmı ilk filmlerden oluşuyor mesela. Festivaller de bu kadar çok filmin olduğu bir ortamda vitrin görevi görüyor. İstanbul Film Festivali’nin uluslararası kimliği de filmlerin ilk gösterimlerini yapmak için önemli bir yer. Çünkü çok fazla sayıda yabancı basın, festival temsilcisi, dağıtımcı, yapımcı çağırıyoruz; hem filmlerin dağıtımını sağlayabilmek hem de dünyada haber olabilmeleri ve festivallere davet edilebilmeleri için. Gelen yabancı konukların da en fazla ilgi gösterdikleri bölümler zaten Türk filmlerinin gösterildiği bölümler oluyor.
Onun dışında, Köprüde Buluşmalar’la birlikte endüstriye ayırdığımız bir bölümümüz var. Orada da yurtdışından gelen yapımcı, dağıtımcı ve festival direktörü daha yapım aşamasındaki filmleri takip etmeye başlıyor. Bu da bizim görevimiz bir taraftan. Türk sinemasının yurtdışında görünürlüğünü arttırabilmek açısından.
Bu senenin sanırım en dikkat çekici konuğu Carlos Reygadas. Onu ikna edip festivale çağırmanız nasıl oldu?
Evet, beni de çok heyecanlandırıyor. Valla Carlos Reygadas’ın peşinden bir iki festival koştum. Önce Polonya’daki festivalde karşılaşamadık, çünkü ben döndükten sonra onlar geliyordu. Orda da bir retrospektif yapılmıştı. İlk kontağı orada onunla çalışan iş arkadaşlarıyla kurduk. Sonra Toronto Film Festivali’nde tekrar görüştük. Reygadas’ın zaten Türkiye’de tanınmasını sağlayan İstanbul Film Festivali. Biz daha önce bütün filmlerini göstermiştik, çok beğendiğimiz ve takip ettiğimiz bir sinemacıydı. O yüzden böyle bir toplu gösterim yapıyor ve onu İstanbul’da konuk ediyor olmak bizim için mutluluk verici. Biliyorsunuz geçen sene Karanlıktan Aydınlığa filmiyle Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü aldı. Hem son filmini hem de yönetmenin diğer filmlerini gösteriyoruz. Ayrıca IKSV Salon’da bir de sinema dersi verecek. Bizi çok mutlu eden haberlerden bir tanesi bu.
Bela Tarr’dan sonra Carlos Reygadas’la birlikte çıta epey yükseltilmiş oldu.
Evet, bu anlamda dünya sinemasında bizi heyecanlandıran yönetmenleri İstanbul’a getirmek de bizim en önemli amaçlarımızdan bir tanesi. Reygadas son dönemde tarzıyla, yaptığı filmlerle ön plana çıkan, sinemaya yeni bir soluk getiren bir yönetmen hakikaten. Dediğiniz gibi Bela Tarr da geldiğinde çok büyük ilgi görmüştü, Reygadas’ın da benzer ilgiyi göreceğini düşünüyorum.
Tabii sadece Carlos Reygadas değil, Costa Gavras, Peter Weir, Bille August, Mike Figgis, Laurent Cantet, Danis Tanovic gibi dünya sinemasının önemli yönetmenleri de bu yıl festivale konuk olacak. Aynı yerde toplanması zor bir takım kurulmuş gibi, ne dersiniz?
Gerçekten de öyle oldu. Onların dışında başka konuklarımız da var. Mike Newell gene gelecek konuklardan bir tanesi. 6-9 Nisan arasında İstanbul’da olacak. Festival kapsamında son filmi Büyük Umutlar’ı gösteriyoruz. Onun dışında, ilk defa size açıklıyorum buradan, Patricia Arquette açılışa geliyor. Zeytin filminin oyuncularından Stephen Dorff da konuklarımızdan. Tabi festival yaklaştıkça konuklarımızın da programları netleşiyor. İstanbul Film Festivali’nin adı giderek dünyada daha çok duyulmaya başladı. Gelen konuklar hem festivalden hem de seyirciden çok etkileniyorlar. Bu bizim için çok büyük bir avantaj. Türkiye’de çok genç ve sinemaya meraklı bir kitle var. O yüzden, konuklar buraya geldiklerinde gerçekten etkileniyorlar ve geri döndüklerinde bu deneyimlerini paylaşıyorlar. Bu yüzden onlar için buraya gelmek ve festivalin bir parçası olmak önemli bir hâle geliyor. İstanbul’dan bir teklif geldiğinde burada bulunmayı istiyorlar.
Anılarına bölümünde Metin Erksan’ın orta metrajlı televizyon çalışmaları dikkat çekici. Başka bir yerde topluca izlenmesi zor bir seçki. Festivalin bu konudaki misyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de ne yazık ki bu konuda biraz sıkıntı yaşıyoruz. Bu filmleri TRT’nin arşivinden aldık göstermek için. Daha önce 2009 yılında Fransa’da yapılan Türkiye Mevsimi’nde bu filmleri Fransız Sinematek’inde göstermiştik. Orada Metin Erksan için bir toplu gösterim gerçekleştirilmişti. Oradan sonra Türkiye’de de bunları gösterebiliyor olmaktan dolayı çok mutluyuz. Metin Erksan retrospektifi yapıp daha çok görülen filmleri yerine, orta metraj ve çok fazla görülme şansı olmayan bu filmleri göstereceğimiz için mutluyuz. Keşke TRT bunları bir DVD set olarak yayınlasa, ne kadar güzel olur.
Etkinlik olarak da festival özellikle son üç yıldır çok canlı. Bu sene de sinema dersleri ve bölümler kapsamında düzenlenen paneller dışında, Köprüde Buluşmalar programı dâhilinde de önemli paneller düzenlenecek. Biraz da onlardan bahsedelim isterseniz?
Her sene farklı ülkelerle işbirliği yapmaya gayret ediyoruz. Bu sene Polonya ve Gürcistan’ı ön plana çıkartacağız. İlerleyen yıllarda Türkiye ile Gürcistan arasındaki ortak yapımların ve ilişkilerin daha da gelişeceğini umuyoruz. Özcan Alper mesela bir sonraki filminde Gürcistan’la bir ortaklık gerçekleştirecek. Türkiye’den projelerin uluslararası tanıtımlarının yapılmasını sağlıyoruz. Online dağıtım ve tanıtım kanalları üzerine bir panel düzenleyeceğiz. Az önce bahsettiğim gibi Danis Tanovic’in düşük bir bütçeyle nasıl film çekileceğine dair deneyimlerini paylaşacağı bir panel olacak.
Lodz Sinema Okulu ve Wajda Okulu’nun temsilcilerinin katılacağı bir etkinlik daha var.
Evet. Polonya ile ileride daha kapsamlı bir işbirliği gerçekleştireceğiz zaten, ama bu sene böyle bir ön program yapmaya karar verdik. Bu kapsamda Lodz ve Wajda Film Okulu’ndan da temsilciler gelecek. Özellikle sinema yapmak isteyen gençler için ya da o okullara katılmak isteyenler için önemli bir ilk adım olacak diye düşünüyorum.
Diğer bölümlerdeki filmlere ve yönetmenlere görece aşinayız ama Bienal’le ortak hazırlanan “Ben Kentli Vatandaş Değil Miyim?” bölümü biraz kapalı kutu. Bu bölümde hangi filmleri önerirsiniz?
Biliyorsunuz, Eylül ayında düzenlenecek İstanbul Bienali. Bienal’in daha önce açıklanan konsepti konusunda biraz fikir sahibiyseniz, zamanlama olarak aslında çok yerinde bir program olduğunu göreceksiniz. Hepimiz İstanbul’da yaşayan insanlarız, fakat bazen şehrimizde olup bitenler çok başdöndürücü bir hızla gerçekleşiyor ve bunlara çok da fazla müdahale etme şansımız olmuyor. Bunlar karşısında çok edilgen kalabiliyoruz. İstanbul Film Festivali de bu değişimlerden çok fazla etkilenen bir etkinlik. Emek Sineması’nın kapanması, Taksim’de şu an olup bitenler… Bunlar bizi doğrudan ve direk ilgilendiriyor. Bienal programındaki filmler de aslında kentlilik nedir, buralardaki değişim nedir, kapitalizmin ve neoliberalizmin hayatlarımız üzerindeki etkileri ve biz sinemayla buna nasıl cevap verebiliriz, bu soruların cevaplarını arıyor. Bu bölümdeki filmleri herkese tavsiye ediyorum. Kolay kolay bir araya gelebilecek bir seçki değil. Bu filmler 6-7 Nisan’da Pera Müzesi’nde toplu olarak gösteriliyor. Bir hafta sonunuzu ayırıp bu filmleri arka arkaya izlemenizi özellikle tavsiye ediyorum. 8 Nisan Pazartesi günü de bu konuyla ilgili Pera’da bir panelimiz olacak. Bu panel Bienal küratörlerinin de katılımıyla gerçekleşecek.
Mayınlı Bölgede Ulrich Seidl ve Apichatpong Weerasethakul gibi daha bilinen yönetmenleri kenarda tutarsak, bu bölümde keşfe yönelik hangi filmleri önerirsiniz?
Mayınlı Bölge gene festival programı dışında başka bir yerde bir arada bulamayacağınız filmlerin olduğu bir bölüm. Bahsettiğiniz yönetmenlerin filmleri dışında, Makao’yu Son Gördüğümde mesela çok ilginç bir çalışma. Yunanistan’dan Kuş Yemi Yiyen Oğlan bu bölümde benim beğendiğim filmlerden bir tanesi. Biliyorsunuz son dönemde Yunanistan’da sinema çok farklı örnekler vermeye başladı. Bu film de hakikaten son dönemdeki enteresan filmlerden bir tanesi.
Son olarak, bu seneki festivalde Azize Tan’ın favori filmleri hangileri?
Zaten herkesin merakla beklediği Bir Şarkının Peşinde, birkaç gün önce En İyi Belgesel dalında Oscar’ı da kazandı. Onun dışında Andrzej Jakimowski’nin son filmi Imagine önerebileceğim filmlerden bir tanesi. Ulrich Seidl’in üçlemesi, San Sebastian’da FIPRESCI kazanan Ölü ve Mutlu, Carlos Reygadas’ın bütün filmleri, Costa Gavras’ın son filmi Kapital kaçırılmaması gereken filmlerden. Pedro Almodovar’ın son filmi herhalde herkesin merakla beklediği filmlerden birisi. Bekçiler beni çok etkileyen belgesellerden biri oldu. İlk aklıma gelenler bunlar.