Saat Kaç (2006), Mizansen (2006) ve Kayıp Zaman Düşleri (2007) gibi kısa filmlerinden tanıdığımız şair ve sinemacı Faysal Soysal, uzun süredir ilk uzun metrajlı filmini çekmek için hazırlık yapıyor. Soysal’ın ilk uzun metraj film projesinin ne durumda olduğunu öğrenmek için kendisiyle görüştük. Söyleşide Soysal’la sinema ve şiir ilişkisini de konuştuk.
İlk uzun metrajlı filminizin çıkış sürecinden ve konusundan bahseder misiniz?
2003 yılında ilk kez İran’a gittiğimde, o zamanlar bir kısa film üzerinde düşünüyordum. Yabancılaşma, modern dönemde insanın kendi rüyasını kaybetmesi üzerine bir senaryoydu ve o zamanlar bir kısmını yazmıştım, şu anda filmin ilk sekansı ondan oluşacak neredeyse. Filmin hikâyesini kısaca izah etmeye çalışayım: Batmanlı bir şair olan Bünyamin beş yıldır Bosna’dadır. Yaşanan katliam sonrası BM’ye bağlı “Savaş Kayıpları Komisyonu” çatısı altında çalışıyor ve toplu mezarlardan ölülerin çıkarılmasına yardımcı oluyor. Yirmi dokuz bin toplam kayıp vardı. Yirmi bir bini bulundu, hâlâ sekiz bini kayıp ve açılmayan birçok toplu mezar var. Yerleri bilinmeyen, söylenmeyen ve tespit edilemeyen toplu mezarlar var. Bir anlamda bu olaya da ışık tutmak istedik.
Bünyamin gittikçe ölüm karşısında başka şeyleri sorgulamaya; kendisine ve hayata yabancılaşmaya başlıyor. Ağabeyi Yusuf’la birlikte evvelden bir medrese eğitimi görmüşler ve burada babalarından ciddi anlamda klâsik eğitim almışlar. Babaları arif birisi; ondan rüyalarla ilgili bazı bilgi ve eğitim almışlar. Bünyamin bir süre sonra o ölümlerle ve bu psikolojik travmalarla ilgili garip rüyalar görmeye başlıyor ve rüyaların bir kısmı neredeyse gerçekleşmeye yüz tutuyor. Bu çizgideyken, ben eğer gerçek bir Yusuf rüyası görebilirsem -çünkü rüyasında sürekli kendisini Yusuf olarak görüyor- Yusuf’un hikâyesi gerçekleşirse ve gerçek bir rüya görürsem belki insanlık da barışa ve huzura kavuşur ama bunun için daha fazla çalışmam, daha fazla acı çekmem gerekir diye düşünüyor. Bu dönemde orada bir Sırp psikologla tanışıyor, onun da adı Jelena. Anne tarafından Boşnak, baba tarafından Sırp. Büyük annesinin ismiyle de hitap ediliyor ona; Züleyha. Filmin ilerleyen yerlerinde aralarında bir ilişki başlıyor. Tabii Züleyha/Jelena da sürekli ölümü sorgulayan bir psikolog. Sevgilisini kaybetmiş, oradaki insanlara, kadınlara yardımcı olmaya çalışıyor ama umutsuz vakaları görünce karamsar bir dünyaya adım atıyor. Bünyamin’le aralarında bir aşk var ama Bünyamin başka hedeflerin ve kavgaların derdinde. Bu sonuçta mutlulukla bitmeyen bir aşk gibi gözüküyor ama filmin sonunda yine umut var.
“Aşk” derken, sanırım Divan şiirindeki gibi üç katmanlı bir aşktan bahsediyoruz. Sadece kadın-erkek arasındaki aşk değil.
Âşık olmak isteyip de isteyememe gibi bir durum var; çünkü burada aşkı engelleyici veyahut da onu başka bir seviyeye çıkarıcı mahiyette başka unsurlar var. Özellikle şair olunca, bu kadar ölümle karşılaşınca ve bunların çoğu masum siviller olunca burada aşkın yoksunluğu var. Ama aşkın yoksunluğu ya da olmaması bazen varlığından çok daha anlamlı, çok daha insana değer katan bir şey. Bunun altını çizmeye çalıştım.
Sanırım, şiirin imkânlarını da uzun metraja yansıtmaya çalışacaksınız.
Çok büyük bir iddiam vardı: Bir şiirsel sinema veyahut sinemada şiiri görmek mümkün mü? Bunu Fransızlar, İtalyanlar farklı açılardan denediler ama Türk şiirimiz o kadar güçlü ki sinema sürekli şiirin gölgesinde kalıyor. Bunu İran bir nebze başardı ki onların şiiri belki Türk şiirinden de daha güçlü geleneğiyle hâlâ ayakta duran bir şiir. Bizde özellikle harf inkılâbıyla birlikte çok ciddi kırılmalar oldu. Türk şiiri bunu nasıl başaracak bilemiyorum ama belki de Türk sinemasında kötü örneklerin çıkmasıyla olacak bu. Erden Kıral denedi, yine son dönemlerde Derviş Zaim’in bazı çalışmaları var. Şiirsel gibi gözükmese de klâsik sanatlarla ilgili bir serüveni var. Örneğin Nokta (2008) filmi bu anlamda değerlendirilebilir. Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan -özellikle ilk filmleri Uzak (2002) ve Mayıs Sıkıntısı (1999)- Ahmet Uluçay yine bu çizgide anabileceğim yönetmenler.
Şiir gittikçe kan kaybediyor, değer kaybediyor. Şiirin kan kaybetmesi insanların ilgisiyle doğru orantılı ama eskiden az da olsa ilgilenen bir kesim vardı. Ciddi anlamda şiiri başucunda tutardı, ona bir değer verirdi. Ama gittikçe şiir kayboluyor ve bu, şu anlama geliyor; gittikçe Türk sinemamız da kaybolacak. Ben daha evvelden şöyle bir yazı yazdım: “Türk Sineması Nereden Kopar” diye, ismini ve başlığını biraz değiştirdiler gerçi. Türk sineması Türk şiirinden kopar ama Türk şiiri de öyle bir olgunluğa erecek ki onun meyvesi olarak Türk sineması kopacak… Belki resmi, müziği kopacak çünkü üzerinde bina edilecek bir sanatımız varsa o da şiir. Örneğin Rus sinemasına bakıyorsunuz resim çok güçlü olduğu için hem belgesele hem sinemaya yansıyor. Fransız sinemasına baktığımızda, empresyonistlerin, aynı zamanda modern şiirin etkisi var. İtalya’da resim akımları sinemayı müthiş etkilemiş, İran’ı edebiyatı ve şiiri birlikte etkilemiş ama bizim Türk şiirimiz henüz bu anlamda bir bakış açısı kazandıramadı Türk sinemasına.
Eskiden belli bir kitle vardı ama artık o kitlenin yavaş yavaş geri çekildiğini görüyoruz. Popüler isimler ön plâna çıkıyor ve şiir kitaplarını popüler romanlar gibi pazarlamaya başladı. Popülerleşmenin şiire ne gibi etkileri var?
Bu pazarlananlar şiir değil, çünkü şiir pazarlanabilecek bir şey değil. Şiir tamamıyla paraya karşı olan bir durum. Bugün paranın hâlâ dönüştüremediği bir şey varsa o da şiirdir. Hakiki şiiri dönüştüremez, çünkü hakiki şiir insanın vicdanına çarpar ve o vicdan onun para etmediğini bilir. Bu film için bütçe ya da kaynak ararken yaşadığım da bununla doğru orantılı. Çünkü senaryoyu okuyan insanlar buradan bir fayda görebileceklerine inanmıyorlar.
Şiir ve rüya Türkiye sinemasında çok fazla içine girilmeyen bir alan. Geçmişte buna benzer örneklerin fazla olmaması bir handikap teşkil ediyor mu?
Bazı arkadaşlar şiir ve rüya sineması adı altında bazı teorik yapılar ortaya koydular iyi niyetle, lakin teoriden önce pratik daha önemli olurdu. Sadık Yalsızuçanlar’ın örnek verdiği Ken Russell’ın filmi çok anlam ifade etmiyor bizim için, özellikle Türk şiirinden etkilenen bir insan için. Belki bir İngiliz için anlam ifade edebilir. Şiirimiz Ece Ayhan olsun, Cemal Süreya olsun, Sezai Karakoç olsun hâlâ imkânlarla dolu. Örnekler kötü çıkıp bizi umutsuzluğa sevk edebilir. Yaptığımız bir şeyi tercüme etmek değil. Herhangi bir sanat formu başka bir şeye tercüme edilemez. Çünkü orada bir his var etmişsiniz ve o his ancak o insan izlerken veya okurken ortaya çıkabiliyor. Tercüme ettiğinizde o hissi tamamıyla bir kenara bırakıyorsunuz.
Rüya, hayal ve hatıra bu anlamda sinemaya müthiş malzeme olan şiir formları ya da şiire karşılık gelecek metaforlar. Özellikle hatıralar. Örneğin Alain Resnais’nin Geçen Yıl Marienbad (L’année Derniére a Marienbad, 1961) veyahut Tarkovski’nin Ayna (Zerkalo, 1975) filmini hatırlayın, müthiş bir şiirsel atmosfer yaratmış hatıralarla. Ayna filmininde hatıra ve hayal müthiş bir şiirsel form içerisinde birlikte hareket etmekte ve geçmişe doğru bir yolculuk ve belki de aslında geleceğe doğru bize yepyeni bir örgü çıkarıyor ortaya; zamanın dokunulabilirliğini hissediyorsunuz. Türk sineması bu alana yeni yeni giriyor. Girmemesinin sebebi de bu sahnelerin klişe durumlar yaratması. Çünkü insanlar rüya sahnesini koyduklarında klişe duruma da düşebiliyorlar. Rüyaya orijinal bir yaklaşımla girmek gerekir.
Ne kadar zamandır bu proje üzerinde çalışıyorsunuz?
Senaryo olarak 2009’da destek aldım, ama hâlâ çalışıyorum üzerinde desem yeridir. Çünkü sürekli başka etkilenimler, başka hisler geliyor. Herhalde filmi yapana kadar sürekli bu değişecektir. Toplamda yaklaşık üç yıldır bu proje üzerinde çalışıyoruz. Son bir yıldır senaryodan ziyade yapım için destek bulmayla uğraşarak vakit geçti ama zaman zaman senaryoya dönüp bakıyorum, diyalogları değiştiriyorum. İçime sinmeyen yerler oluyor ve gittikçe de kendimi uzaklaşmak zorunda hissediyorum; aksi takdirde birçok şeyi bir daha değiştireceğim. O yüzden bir an önce başlamam iyi olur.
Filminize aradığınız destekler ne durumda?
TRT’ye ön satış yaptık. Filmin Türkiye gösterim hakları TRT’de. Kültür Bakanlığı destek verdi. Bazı sahnelerimiz Hasankeyf’de, Mardin’de olduğu için Mardin Artuklu Üniversitesi destek verdi. Şehir Üniversitesi’yle görüşmelerimiz devam ediyor; belki tanıtım sponsoru olurlar. Bosna’da ortak yapımcılarla görüşmelerimiz devam ediyor. En geç 2012 Mart ayında başlayacağız, cast çalışmamız bitti. Ekibi kurmak üzereyiz, provalarımıza başlayacağız.
Filmde kimler rol alacak?
Züleyha karakterini Zrinka Cvitesic oynayacak. Hırvatistan’ın en iyi oyuncularından biri. Geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen Jasmila Zbanic’in Yolda (Na Putu, 2010) filminin başrol oyuncusu. İstanbul’a da gelmiş, ama kısa kalmıştı. Bünyamin rolünü Mert Fırat, Yusuf rolünü Sermet Yeşil oynayacak.
Filmin geçeceği mekânlar belli mi?
Film Mostar’da başlıyor, Saraybosna’da devam ediyor. İstanbul’da çok kısa bir sahnemiz var. Hasankeyf ve Mardin… Batman’da bitiyor.
Filminizin gösterim süresiyle ilgili bir şey öngörebilir misiniz?
Mart’ta başlayabilirsek, Ekim ya da Kasım gibi bizim gösterime koymamız lazım. Çünkü TRT’de 2013’ün başında veya 2012 Aralık’ta sözleşme gereği gösterim haklarına sahip olacak ama o uzatılabilir. Hedeflediğimiz tarih Ekim. Bu tarz filmler bazen yer bulamıyor. Eylül-Ekim tarihleri herkesin arzu ettiği tarihler film çekimi için, çünkü insanlar daha çok yazın film çekiyor ve kışa yetiştirmeye çalışıyor.