Erol Mintaş’ın çekimlerini Ekim 2013’te, üç hafta gibi kısa bir sürede tamamladığı ilk uzun metrajlı filmi Annemin Şarkısı (Klama Dayika Min) amaçladıkları ve sorunsallaştırdıkları itibariyle Kürt sinemasındaki standart tartışmalardan farklı bir yerde durma iddiası taşır. Filmde, 90’lı yıllarda köyden şehre göçe mecbur bırakılmış Kürtlerin, şehirleşme, hafıza ve elbette kimlik meseleleri Nigar Hanım ve oğlu Ali üzerinden tartışılır. Fakat bu kez kimlik meselesi, Kürt sinemasında alışkın olduğumuz biçimiyle karşımıza çıkmaz. Annemin Şarkısı, bu bakımdan dikkat çeken bir filmdir.
Annemin Şarkısının İzinde
Boş zamanlarında bir kursta çocuklara Kürtçe öğreten Ali, mesai saatleri içinde bir Türkçe öğretmeni ve kendini ispat etme çabasında bir yazardır. Ali’nin aksine köyünü köyünde bırakamamış Nigar Hanım ise, her fırsatta memleket hasretini dindirmenin telaşındadır. Ali ve Nigar mecbur kaldıkları dönüşümü birbirlerinden çok farklı tecrübe ederken, mensup oldukları tarihle yüzleşmeleri de farklı olacaktır. Yönetmen bir röportajında, karakterlerin kendileriyle olduğu kadar birbiriyle yaşadığı çatışma hakkında şöyle bir yorum yapar: “Kentsel dönüşüm, Kürtleri de diğer halkları etkilediği gibi etkiliyor. Türkiye’nin ve Kürdistan’ın metropollerinde yaşayan Kürtler de kentsel dönüşümle, insan hakları sorunuyla, başka dertlerle mücadele ediyor. Nihayetinde tek derdimiz Kürt olmak değil. Ben de bir insanım ve yedi gün yirmi dört saat bu kimlik meselesiyle yaşamıyorum.” Bu yorum, filmde bütünüyle hissedilir. Kürt ya da Türk olmanın ne demek olduğunun bilinmediği bir memlekette, kendiliğini ve kendine mahsus olanı ortaya koymak ve yeniden tartışmak mümkün olmayınca, kentleşme gibi herkesi benzer şekilde etkileyen “evrensel” meselelerin işlenmesi ve bunun müstakil özellikler barındıran bir mahiyet ortaya koyamaması söz konusu. Konvansiyonel anlamda düşünüldüğünde filmin ne ölçüde bir Kürt filmi olduğu bu anlamda tartışmalı. Şehirde gerçekleşememiş Kürt kimliğinin hafızasına işaret eden filmin en önemli motifi dengbejler dahi kültürel bir motif olmaktan öteye gidemez.
Annemin Şarkısı’ndaki Kürtlük tartışması, Godard’ın filmlerindeki Fransızlık tartışması ile mukayeseli düşünülebilir. Öyle görünüyor ki, bir filmde “Fransa” ya da “Fransız” kelimeleri geçmeksizin baştan aşağı bir Fransızlık tartışması yapılabileceği gibi, yine bir filmde Kürtçe’nin ve Kürt kültürüne ait motiflerin bu denli açıkça yer alması bir Kürtlük tartışmasına yol açamayabilir.
Biz ve Onlar: Karga ve Tavus Kuşu
Tam bu noktada Nigar karakterinin rolü önemli. Nigar’ın dengbejle kurduğu münasebet, seyircinin kurduğundan farklı. Nigar’a doğrultulan kameranın sabit ve hareketsiz olması ve iç mekân çekimlerinde dışarının her zaman iç mekândan görünmesi gibi “düşünceli” bir sinematografi ile onun dengbejle olan muhataplığı üzerine derinleşen seyirci için film, daha zengin bir tartışma düzlemine kavuşur. Bunun en büyük sebebi, ilk olarak okulda dinlediğimiz ve daha sonra filmin son sahnesinde Ali’nin kurstaki çocuklara canlandırdığı “karga ve tavus kuşu” hikâyesinde Nigar’ın ne bir “karga” ne de bir “tavus kuşu” olarak düşünülememesidir. Kibirlenen ve kimseyi beğenmeyen tavus kuşu ile ona öykünen uyumsuz karganın hikâyesindeki bu “Karga-tavus kuşu diyalektiği” Nigar’ın değil, Ali’nin; köylü değil şehirli Kürt’ün varoluşunu temellendirdiği bir çatışmadır. Öte yandan Nigar, sadece toprağını özleyen bir kadındır. Ve bunun acısını, hiçbir diyalektiğe ya da konvansiyonel düşünceye dayandırmaksızın duyarken seyirci de bu acıya aynı nispette iştirak eder. Filmin bir başarısı da Nigar’ın acısının böylesi bir bağlamda sunulabilmiş olmasıdır.
Nigar karakteri, Ali ile yaşadığı çatışma söz konusu olduğunda Kürt sinemasında aşinası olmadığımız dinamikleri göstermesi sebebiyle mühim bir role sahip. Filmde “biz ve onlar” söylemi, köyüne dönmek isteyen Nigar ve şehirde kalmak isteyen Ali üzerinden, yani Kürtlerin kendi içinde birbirini ötekileştirmek ya da kabullenmek suretiyle kendini gösterir. Annesinin ölümüyle yüzleşen Ali, “Karga mıyım yoksa tavus kuşu mu?” sorusunu soracaktır. Bu ikilemi konusuna taşıyan film, öyle geliyor ki Kürt sinemasının diğer örnekleri düşünüldüğünde daha “olgunlaşmış” bir örnektir. Dolayısıyla Kürtler de memleketteki herkes gibi “yedi gün yirmi dört saatlik” bir kimlik meselesiyle değil, pek çok farklı meseleyle dertleniyordur artık.