Bildiğimiz bir hikâye: Faust. Ufak tefek değişikliklerle beyazperdede yüzlerce kez konu edildi. Korku türü takipçilerince 2014’ün dikkat çeken filmi Şeytanın Gözleri’nde değişen şey ise genç bir aktrisin kariyerine yön verecek ehemmiyette büyük bir rol kapmak için feda ettikleridir. Filmin yönetmenleri, aynı zamanda senaristleri Dennis Widmyer ve Kevin Kolsch için bu aynı zamanda çok şahsi bir hikâye. Tanışıklıkları okul yıllarına dayanan ve on yılı aşkın bir süredir kendi imkânlarıyla film yapmaya çalışan ikili, yaşadıklarını ve sektörde tutunmanın zorluklarını filme aktarmaya çalışır. Sonuç, pek çok sebepten ötürü tatmin edici olmaz.
Mesai saatlerinde üstüne komik bir kostüm geçirip garson olarak kendini hizmet sektöründe pazarlayan Sarah’nın (Alex Essoe) en büyük arzusu bunu beyazperdede yapmaktır. Arkadaş çevresi yine kendisi gibi fırsat peşinde koşan insanlardan oluşur. Her birinin gözünü diktiği bu yer, hâlihazırda bulundukları yerden daha yüksek değildir aslında. Bir gün “Silver Scream” adında bir korku filminin başrolü için başvuru yapan Sarah geri dönüş alır. Filmin ismi, aynı zamanda bir metafordur: “silver screen” beyazperdeye bir gönderme yapar. Bu noktaya kadar olaysız seyreden film, Sarah’nın seçmelere gitmesiyle gerçek rengini iyiden iyiye belli etmeye başlar.
Şeytanın Gözleri’nin en dikkat çeken özelliği karakter merkezli olması. Filmin amaçlanan korkutuculuğu Sarah’nın fizyolojik/psikolojik dönüşümünün bir uzantısıdır. Hikâye seyirciye Sarah’nın öznel dünyası olarak sunulur ve bu aynı zamanda filmin dünyasını meydana getirir. Aslında bu, korku türü düşünüldüğünde aşinası olduğumuz bir durum. Seyircide bir beklenti yaratma ve bu beklentiyi görsel-işitsel ve mekân-zamansal olarak sinemanın bütün imkânlarını kullanarak manipüle etme üzerine etkisini gösteren korku, en nihayetinde bir histir ve tam da bu bakımdan öznelliği gerektirir. Film bu durumun oldukça farkındadır ve öznelliği Sarah’nın bedeni üzerinden kurar. Açılış sahnesinde Sarah boy aynasının önünde vücuduna endişe ve tiksintiyle bakar. Hayal kırıklığına uğradığında elini saçlarının arasına götürür ve bir tutam koparır. Bu sahnelerde her bir saç telinin yolunurken çıkardığı sesin altının çizilmesiyle, seyircinin hislerinde Sarah’nınkini kopya etmesi istenir. Bu bağlamda film, Siyah Kuğu’da (Black Swan, David Aronofsky, 2010) olduğu gibi bedenle olan ilişkiyi psikolojik geriliminin merkezine koyar. Burada beden, ruhun görünen uzantısıdır. Aynı zamanda gerilimin kaynağıdır, çünkü perili bir ev ya da bir hayaletten belki kurtulmak mümkündür ama insan bedeninden kaçamaz.
Beden ve Korku
Sarah’nın bedeni üzerinden gerçekleşen Faustyen değişim iki bin öncesi Cronenberg’in korku diline fazlasıyla dayanır. En iyi örneklerinden bazılarıyla David Cronenberg’in ilk dönem filmlerinde karşımıza çıkan “body horror”, yani bedenin dejenerasyonu ve yıkımına dayanan korku, Widmyer’ın da belirttiği gibi söylemek istediklerini en iyi şekilde yansıtmaya imkân tanır: “Bir filme ‘her geçen gün yaşlanıyor, yavaş yavaş ölüyoruz ve bir yere vardığımız da yok’ gibi bir fikri alıp koyduğunuzda film birdenbire dehşetli ve korkutucu bir hâl alır.” Sarah’nın bedeni, arzusunu gerçekleştirmek uğruna kendisini nasıl kurban ettiğini an ben an takip etmemizi sağlar. “Kurban etme” filmde sadece mecazi anlamda değil gerçek anlamıyla da karşımıza çıkar, nitekim yapım şirketi aynı zamanda satanist bir tarikattır ve böylece film yine başka bir korku türünden unsurlar ödünç alır. Sarah’nın ezber becerisi ya da oyunculuğuyla değil, kendisini bütünüyle tarikata/sektöre sunup sunamayacağıyla ilgilenen yapımcı, cast direktörü ve asistanını bazen korkutucu bazen komik, çoğunlukla grotesk karakterler olarak izlerken film Sarah’nın kişisel tecrübelerini yansıtmayı bırakmaz. Böylece yapım şirketiyle yaşadıkları da bizim için Sarah’nın gerçekliğinin bir parçası olur ve film dili itibarıyla David Lynch sinemasından bildiğimiz bir sübjektif anlatı ortaya koyar. Fakat Lynch’teki gibi bir rüya-gerçek-fantezi tartışması, hangisinin nerede başlayıp nerede bittiği sorusu filmin hiçbir noktasında gündeme gelmez. Bunun yerine film her anında öznel bir dünya kurar ve onun sınırları içinde dolaşır. Bunu mümkün kılan en büyük unsur, ölçülmüş “gerçek” zamana karşılık Sarah’nın sahneler arası geçişlerde kendini belli eden sübjektif zaman algısıdır.
Öte yandan, Şeytanın Gözleri’nde beden anlatıya farklı bir boyut daha katar; anlatı öznel olduğu kadar nesneldir, çünkü beden öznel olanın kaynağı olduğu kadar bir nesne olarak algılandığı müddetçe nesnel olanı da ortaya koyar. Fenomenolojisinde böyle bir “beden” mefhumundan bahseden Merleau-Ponty, filmde bedenin nasıl bir rol oynadığına da işaret eder. Dünya yalnızca hareketlerimizin gerçekleştiği bir arka fon değildir, bedensel olarak tarif edilir ve beden üzerinden keşfedilir. Bu bakımdan dünya-beden birbirinden bağımsız düşünülemez. Sarah’nın bedeni ve filmin dünyası da aynı ilişki üzerine kurulur.
Film beden üzerinden böyle bir ilişkiyi ortaya koyar koymasına ama nostaljik bir potpuri sunmaktan öteye geçer mi? Faust, Cronenberg, Lynch, Polanski, 70’ler ve 80’lerin korku filmlerine olan benzerlikler, 80’lerden esinlenme müziği; hepsi tanıdık bir atmosfer yaratır ve bu yer yer eğlenceli bir seyir sunsa da (Sarah’yı canlandıran Alex Essoe’nun oyunculuğunun da bunda payı var) çoğunlukla söyleyecek yeni bir şeyi olmadığı hissini uyandırır. Sırasıyla psikolojik, “body horror” ve son olarak vahşet türlerine uğrayan film korkutmaktan ziyade gitgide daha rahatsız edici ve mide bulandırıcı bir hâl alır. Oradan buradan toplama bir yeniden çevrim tadı veren hikâyesiyle öne çıkabilecek bir film olmasa da Şeytanın Gözleri bugüne kadar görmeye alışık olduğumuz korku filmi stereotiplerine olan yaklaşımıyla yine orijinal bir şey sunmaz fakat dikkat çekmeyi başarabilir. Mutlak iyi ve kötüye yer vermeyen filmin bu yaklaşımını özellikle yan karakterlerde görmek mümkün. Çalıştığı yerin patronu ve canını sıkmak için her fırsatı kollayan “arkadaşı” dahi Sarah’nın ne hâle geldiğini görünce endişelenir, onun için bir şeyler yapmak ister. Öte yandan, çirkinlik ve vahşet tamamıyla Sarah’nın tercihlerinin sonucudur; dışarıdan gelen veya içine girmiş fantastik ve gizemli bir varlıktan kaynaklanmaz. Bu yüzden satanist ritüeller ya da Sarah’nın bedenindeki korkunç değişim, aslında ruhunun daha ne kadar karanlık bir yer olabileceğini düşünmekten daha korkutucu değil. Korkunç olan, M’deki (Fritz Lang, 1931) seri katil Beckert’in haykırdığı gibi isteği dışında, içine işlemiş bir lanet ya da patolojik sebepler, virüsler, mutasyonlar, insanları ele geçiren videokasetler, canavarlar da değil. Korkutucu olan sadece her şeyin iradi olmasıdır.