Bay Turner, yönetmeni Mike Leigh’nin 1999’da gösterime giren Karmakarışık (Topsy-Turvy) filminde olduğu gibi, Victoria dönemi İngiltere’sini bir sanatçının hayatı üzerinden perdeye yansıtır. Karmakarışık’ta 19. yüzyılın önemli operetlerine imza atan oyun yazarı W.S. Gilbert ve besteci Arthur Sullivan’ın “The Mikado” adlı eserlerinin ortaya konması sürecini izlerken, Bay Turner ünlü peyzaj ressamı J.M.W. Turner’ın hayatının son yirmi beş yılını konu alır. Öte yandan film, bir ressamın olgunlaşmasını ve sanatında yetkinleşmesini ele almaz, nitekim daha ilk sahnede Turner 50’li yaşlarında kendisini ispatlamış bir sanatçı olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan Bay Turner’da hikâye, bir sanatçının eserini meydana getirme sürecine odaklanmamakta. Ressam hakkında biyografik bir film üzerinde çalışmayı ilk kez 1999’da gündemine alan Leigh, “karmaşık, çelişkili ve kaba” bir adamın bu denli “görkemli, şiirsel ve derin” eserler ortaya koymasının nasıl mümkün olduğunu merak ettiğini söyler. Film her sahnesinde, “çelişmeli” görünen bu iki durumu sadece yansıtmaya çalışır.
Leigh’nin merakına konu olan gizem, eserleri üzerinden bildiği sanatçıyı asla olduğu hâliyle bilemeyeceğinden kaynaklanır. Turner’a dair bilinenler malumat olmanın ötesine geçemez. Cemiyet hayatında incelikten yoksun ve uyumsuz biri olarak nitelendirilir. Babasıyla pek yakın, kadınlarla olan ilişkileriyse karışıktır. Fakat her şeyden önce dikkatimizi çeken, ressamın fiziksel özellikleri, hâl ve tavırları olur. Turner’ı canlandıran Timothy Spall’ın oyunculuğu filmi izlenebilir kılan en güçlü yanlarından biridir. “Nasılsın?” gibi basit bir soru ya da “Hâlâ eften püften gemi enkazı resimlerinizle uğraşıyorsunuz!” gibi bir çıkışa verilen cevap homurtu olur. “Eksantrik tiplemelerin altından kalkabilen İngiliz” genellemesine ters düşmeyen Spall, öyle görünüyor ki bu yıl pek çok “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü homurdanması sayesinde kaldırabilir.
Turner’ın özel hayatına dair ayrıntıların bilinmemesinin bir sonucu vardır; yönetmen için ressam pek çok ihtimalin gerçekleşebileceği boş bir kanvastır. Bu durum, filmin yönetmeni olduğu kadar senaristi Leigh’nin yaratıcılığı için bir özgürlük alanıdır. Fakat Leigh, bu alanı Turner’ın sanatçılığı ve özel hayatı arasında irtibatlar kurgulamak için kullanmaz. Bu yüzden, filmin temelinde atıl kalmış bir şeyler olduğu sezilir. Turner atölyesinde homurdanarak, tuhaf hâllere girerek, yer yer tuvale tükürerek hararetle çalışır; sonra, kendisinden bir fayda görmemekten şikayetçi karısı gelir, söylenir; daha sonra, Royal Academy’de sergiden önce son rötuşlar için resimleri başına üşüşmüş meşhur ressamları Turner’ı merkezine alan bir takip kamerasıyla neredeyse bir aksiyon sahnesi gibi izleriz. Filmin senaryosu, birtakım hadiseleri kronolojik olarak sıralamak maksadı taşır. Bu maksadın ötesinde bir endişe yok gibidir. Bütün kozmetik ve fiziksel unsurların ötesinde, Turner’ın nasıl bir adam olduğuna dair filmin sahip olduğu cümleler, Zweig’ın kaleme aldığı biyografilerden çok farklı saikler üzerine kuruludur. Yönetmen, sanatçının resimlerinde duyduğu derinliğe rağmen yarattığı Turner’ın kim olduğu ve hareketlerine kendisini neyin sevk ettiğine dair bir soruşturmada bulunmaz. Dolayısıyla karşımızda, bize birtakım bilgiler nakleden bir film oynar. Bizse bunun üzerine Goethe’nin sözünü tekrarlayabiliriz: “Etkinliğimi arttırmadan ya da doğrudan doğruya canlandırıp yaşamıma bir şey katmadan bana yalnızca bilgi veren her şeyden nefret ediyorum.”
Turner’ın bu bakımdan ihmali, filmi izlenebilir ve konuşulabilir kılan diğer bir unsuruyla bir nebze de olsa yatıştırılmaya çalışılır: sinematografi. Görüntü yönetmeni Dick Pope, dijital teknikle oldukça başarılı bir biçimde görüntüleri “boyar” ve “cilalar”. Turner’ın yağlı boya ve sulu boya çalışmalarının birebir dijital replikaları pek çok sahnenin kompozisyonunda karşımıza çıkar. Victoria Dönemi'nin sosyal hayatını pek çok veçhesiyle yansıtmaya çalışan Bay Turner, bir dönemi konu etmesi itibariyle görselliğindeki incelikten çokça faydalanır. Fakat, İngiltere’nin başarılı dönem filmlerine imza atması duyulmamış şey değil. Bay Turner'ın, muadili sayılabilecek diğer örneklerden farklı olarak ortaya koyduğu yeni bir şey yoktur. Ekonomik ve toplumsal refah, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kaydedilmesi ve kadınların bu alanlarda söz sahibi olmaya başlaması gibi yeniliklerle olduğu kadar kişinin toplumsal davranışlarını belirleyen katı kurallarla anılan Victoria Dönemi, filmde tam da bu biçimde, bir ansiklopedi maddesi okurmuşuz gibi yansıtılır. İlk fotoğrafçılardan bilimsel çalışmalara atılmış kadınlara, sanat eleştrmenlerine, ressamlara ve hatta Kraliçe Victoria'ya kadar pek çok isim, etkileyici fakat turistik bir üslupta hikâyede yer alır. Bir sahnede, yüksek sosyeteye verilen bir konserde kıkırdayarak hafifmeşrep bir şarkı söyleyen kadın seyircilerin yüzlerini kızartır, olay yaratır. Yahut bir diğerinde Turner, fotoğrafçılığın öncülerinden Mayall'ın kamerasının karşısına geçer; bu yeni teknolojiye dair heyecanla bir iki cümle laf edilir. Netice itibariyle Bay Turner, oyunculuğu ve görselliğinden başka bize tek bir şey sunar: Malumatfuruş bir homurtu. Ne ağızdan dışarı ne boğazdan içeri!