Rusya’nın kuzeyinde, karayoluyla ulaşmanın mümkün olmadığı bir köyün postacısı her sabah uyandığında ayaklarının dibinde duran terliklerine bakar. Bu sahne Postacının Beyaz Geceleri’nde (Belye Nochi Pochtalona Alekseya Tryapitsyna) hiç değişmeksizin tekrar eder. Postacı ya da seyirci, bu sahnelerde öznel kamera açısıyla izlediği terliklerde ne görür?
Terlikleri çerçeveleyen ve üzerinde durduğu ahşabı odanın bağlamından bütünüyle soyutlayan bu plan, garip bir biçimde Van Gogh’un resmettiği Köylü Ayakkabıları tablosunu hatırlatır. Sanat Eserinin Kökeni’nde Heidegger bu ayakkabıların gerçekte neyi gösterdiğini tartışır: Resim “gerçekte” eski bir çift köylü ayakkabısını gösterir! Tartışmasının bütün amacı da zaten tablo üzerine bu cümleyi kurabilmektir. Modernlik, karşımızda duran bir şeyin ne olduğunu sorduğumuzda onu bizden uzaklaştıran, dolayısıyla şeylerin hakikatinin de uzakta olduğunu söyleyen ve bir anlamda asla sıyrılamayacakları demir bir perdenin arkasına gizleyen bir düşünceyi temin eder. Bu düşünceyle, bir şeyin gerçekte ne olduğu üzerine cümle kurabilmek imkânsız, buna teşebbüsse neredeyse anlamsızdır. Diğer yandan, Heidegger’in tartışmasının can alıcı kısmı ve modern karşıtı olan düşünce, karşımızda duran şeyin hakikatinin de kendini gösterdiği ve açığa vurduğudur. Postacının Beyaz Geceleri’nde bildiğimiz bütün gerçekliklere kıyasla ayrık ve aykırı duran köy, insanları ve yaşanan durumlarıyla modern karşıtı bu hakikati karşımıza çıkararak sıra dışı bir şeyi başarır. Film, şunu söyleyerek iyi bir iş becerir: Bugün bir şeyin hakikati, karşımızda ne şekilde ve nasıl durduğundan çok da farklı ve uzakta değil.
Yönetmenliği boyunca pek çok farklı projede çalışmış yetmiş sekiz yaşındaki Andrei Konchalovskiy son filminde, başı sonu belli klasik yapıda bir hikâye takip etmek yerine hayatın alelade bir kesitini ele alır. Postacı Lyokha (Aleksey Tryapitsyn) haricinde dışarıyla irtibatı olmayan köy, dünyanın bütün gerçekliğinin uzağında, idari veya ekonomik hiçbir yapının esamesinin okunmadığı bir yerdir. Yakınlarında bir uzay üssü olmasına rağmen köyde teknolojiden arınmış bir hayat sürer. Lyokha’nın sevdiği kadının şehre taşınması ve üstelik teknesinin motorunun çalınması üzerinden gelişen hikâyede köylünün hayatını, gündelik uğraşlarını seyrederiz. İzlediğimiz insanların her biri köyün gerçek sakinleridir. Yürüdükleri yol, üzerine oturdukları taş, sabah verdikleri selam bize yabancıdır, çünkü bu insanlar bir grup aktör değil, “gerçekten” birer yabancıdır. Dolayısıyla iddia ettiğinin aksini gösteren ikiyüzlü bir film değildir bu.
Sinematografik anlamda da yönetmen benzer bir üslup benimser. Köylülerin ev hâllerinin görüntüleri, sanki odanın bir köşesine yerleştirilmiş güvenlik kamerasından alınmış gibidir. Belgesel-kurmaca tarzı ve fazla müdahale edilmeyen sabit kamera kullanımı, filmin akışını yavaşlatırken gerçek bir köy hayatı tecrübesini mümkün kılar. Esasında Postacının Beyaz Geceleri, gerçekliğe dair böyle bir tartışma yaratabilmesiyle bir film tecrübesine imkân verir. Görünen aldatmaca, görünmeyen hakikat, görünen köy, görünmeyen yüz gibi karmaşık bir sürü laf kalabalığının arasında bugün böyle bir film izlemek güzel.