Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
16.12.2013 Saroyan Ülkesi Sürekli Bir Kaybetme Hali: Sürgün Zeynep Turan

''Sürgün iflah olmaz ölçüde seküler ve dayanılmaz ölçüde tarihsel bir şey, insanlar tarafından başka insanlar için üretilmiş bir şey değil midir; tıpkı ölüm gibi, ama ölümün nihai merhametini de sunmadan milyonlarca insanı geleneğin, ailenin ve coğrafyanın verdiği besinden koparan bir şey değil midir?'' (1)

 

56 yaşına kadar Türkiye'yi hiç görmeyen ancak kendisini tanıtırken Bitlisli olduğunu söylemeyi de ihmal etmeyen William Saroyan daha dünyaya gelmeden toprağından sürülmüş Ermeni bir yazar. 1964 yılında Bitlis'e düşse de yolu, hayalini kurduğu dağların heybeti dışında kimliğine, benliğine dair herhangi bir ize rastlayamaz. Sürgün, öyle bir koparmıştır ki dedelerinin toprağından onu, geri döndüğünde geçmişine ve bugününe dair açılan gedikler topyekûn gün yüzüne çıkar. Saroyan'ın o yıllarda izine dahi rastlayamadığı arkada bıraktıkları ne varsa bugün hâlâ nihai kayıp olarak bırakıldıkları yerdeler. Lusin Dink ilk uzun metraj filminde, yazar Saroyan'ın Bitlis'e yaptığı yolculuğu onun yazdığı satırlar aracılığıyla aktarıyor. Gümüşhane'den Erzurum'a; Ağrı'dan Van'a ve Bitlis'e kadar uzanan yolculuk Saroyan'ın hafızaya, acıya, sürgüne, yurda dair hislerini ve düşüncelerini de beraberinde getiriyor.

 

1964'te yapılan yolculuğu bugün yeniden canlandırmak, sürgün üzerine yeniden düşünebilmemizi sağlıyor. Hem filmin biçimsel yapısı hem de sinema dili bu yeniden düşünme serüvenini güçlendirecek şekilde belirlenmiş. Karşımızda kamera aracılığıyla yeniden üretime tabi tutulan bir yolculuk ve bu yolculuk üzerinden sorguladığımız yaşanmışlıklar mevcut. Yönetmen yeniden kurguladığı yolculuğun hakikaten bir kurgu olduğunu seyirciye hatırlatarak bir farkındalık zemini inşa ediyor. Saroyan'ın gölgesi bu farkındalığı pekiştiren en önemli unsur. Hayatın her defasında yeniden kurgulandığı, gerçekle gerçek olmayanın birbirine sıkça karıştırıldığı ve şahitliklerin, tanıklıkların seri üretime tabi tutulduğu belgesel sinema alanında Dink'in bu ilk filmi farklı bir anlam üretimi arayışında.

 

Ses unsurunun hayli etkin kullanıldığı filmde görüntüler de olabildiğince yalın kurgulanmış. Saroyan'ı canlandıran oyuncunun yüzünü görmüyor oluşumuz hem görüntüdeki sadeliğin önünü açmış hem de Saroyan'ın kendi yazdığı satırların önüne geçmesini engellemiş. Böylelikle Van Gölü'nün dinginliği, Ahtamar Kilisesi'nin yalnızlığı ve Ağrı'nın dağları filmin atmosferini hafifletiyor ve Saroyan'ın satırlarını tamamlayıcı bir niteliğe bürünüyor. Bir yandan Saroyan'a kulak kesilirken diğer yandan onun gölgesini takip eden göz yorulmuyor. ''Eğer göz bütünüyle fethedilmişse, kulağa ya hiçbir şey yüklememeli ya da çok az şey yüklemeli. İnsan aynı anda hem göz hem kulak kesilemez.'' (2) Dink kulağı fethetmeyi tercih etmiş ancak gözü olabildiğince rahat bırakmış. Saroyan'ı tanıtmaktan ya da izleyici karşısına çıkarmaktan ziyade onu ve yaşadığı sürgünü hissedebilmemizi, böylece zamansız ve sınırsız bir yolculuğa katılabilmemizi sağlamış.

 

Diğer yandan Saroyan'ı canlandıran karakteri göstermemeyi tercih edişi yönetmenin kişisel olarak Saroyan'a duyduğu derin saygının ötesinde sinema dili açısından da oldukça titiz ve naif bir tutum. Suya yansıyan, merdivenlerde kıvrılan, güneşi arkasına alan ve bir mezar taşının üstünde beliren bir gölge, üzerine düştüğü yeri anlamlandıran ve sürgünü anımsatan bir temsiliyete bürünüyor. Biçime dair doğurduğu olumlu neticelerin yanı sıra yönetmenin derdini olabildiğince yerinde bir tonla, sesini yükseltmeden ve manipülatif bir anlatıya da yer vermeden aktarmasına zemin oluşturmuş. Saroyan'ın herkesin acısı olduğunu ve kimin daha fazla acı çektiğinin bir önemi olmadığını hatırlattığı gibi yönetmen de herkesin anlatmak istediği bir derdinin olabileceğini ve bu dertlerin dinlenmeye değer olduklarını bir gölge vasıtasıyla fısıldamış.

 

Evinden kilometrelerce uzakta yetim olarak vefat eden bir Arap'ın da sürgün edilebileceğini ya da filmde hiç bahsedilmese de kendi topraklarında olsa dahi binlerce Filistinlinin de sürgün hayatı yaşadığını, Van Kalesi'nin tarihini Türkçe, İngilizce ve Japonca olarak ezbere anlatabilen Kürt çocukların yine öz yurtlarında kendi dillerinden nasıl sürgün edilebileceğini bizlere hatırlatabiliyor. ''Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.'' (3) Topraktan, coğrafyadan, memleketten ötede daha derinlerde zamansız olarak yaşanan sürekli bir kaybetme hali gibi sürgün.

 

(1) Edward Said, Kış Ruhu (Metis Yayınları, 2000, Çeviri: Tuncay Birkan, s. 29)

(2) Robert Bresson, Sinematograf Üzerine Notlar (Küre Yayınları, 2012, Çeviri: Nilüfer Güngörmüş, s. 37)

(3) Edward Said, Kış Ruhu (s. 28)

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..