Amerikan Bağımsız Sineması hem Hollywood’un kalıplaşmış hikâyeleştirme tekniğinden ve estetik kaygılarından hem de stüdyo ağının iktisadi çıkmazından sıyrılma imkânının tecrübesidir. Çoğu bağımsız yönetmen kamera-kurgu tekniği gibi biçimsel ve ele aldığı meseleyi anlatma tarzı gibi içerikle ilgili tercihleriyle ana akım yönetmenlerden farklı bir yerde durur. Maddi anlamda külfetli bir süreç olsa da onları bağımsız kılan bu sürecin iki ayağını da taviz vermeden sürdürmeleridir.
Gus Van Sant Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmenlerinden kabul edilse de son filmi Sonsuzluk Ormanı biçimsel özellikleri itibariyle geleneksel Hollywood sineması çizgisinde seyrediyor. Yönetmen bu anlamda inişli çıkışlı bir filmografiye sahip. 2007 yılında İstanbul Film Festivali kapsamında Mithat Alam Film Merkezi’nin konuğu olan yönetmen, bir projeye başlarken kendisine cazip gelen şeyin her defasında değiştiğini dile getiriyor: “O zamana kadar üzerine düşündüğüm ve ilgimi çekmiş meseleler hareket noktam oluyor. Bu bir olay ya da bir mekân olabilir. Her zaman senaryo/öykü tek başına yetmez, bazen de bir şeyler yapma fırsatı nedeniniz olabilir.”(1)
Yönetmenin Drugstore Cowboy (1989) için sponsor ararken görüştüğü prodüksiyon şirketi aklındaki paradan daha fazla bir bütçe ayırır. Bundan sonra, ilk filmi Mala Noche’deki (1986) kısıtlı bütçesinden daha fazlasıyla filmler çekmenin yollarını aramaya başlar.
Sinema serüvenine Berlin başta olmak üzere pek çok festivalde gösterilen Mala Noche ile başlayan Gus Van Sant, Drugstore Cowboy ile istediği oyuncularla çalışma şansını yakalar. Ardından gelen Sonsuz İhtiras (To Die for, 1995) filmiyle geleneksel Hollywood sinemasına giriş yapar. Senaryosu Miramax yetkilisi tarafından verilen Can Dostum (Good Will Hunting, 1997) ile kendisini ispatlar. Öyle ki Sapık’ın (Psycho, 1998) yeni versiyonu için Universal Stüdyoları’yla ilk görüşmesinde olumsuz cevap almasına rağmen, Can Dostum’un En İyi Senaryo Oscar’ı almasının ardından projesi desteklenir. Yine benzer bir motivasyonla bu defa Can Dostum’a bazı açılardan benzeyen Forrester’ı Bulmak (Finding Forrester, 2000) projesini hayata geçirir. Bundan sonra 2002 yılında çektiği Gerry filmiyle Hollywood çizgisinden uzaklaşır. Hemen ardından Altın Palmiye ödüllü Fil (Elephant, 2003) ile 1999 yılında Colorado’daki iki lise öğrencisinin on iki öğrenciyi öldürdüğü olayın medyada yer verilme biçimine dair tartışma zemini oluşturur. Söz konusu olayı, medyada haber üretiminin manipülatif çizgisinin dışında, geriye sararak parçaları birleştiren kurgu akışıyla, alternatif bir anlatımla aktarır. Burada ideolojik ya da politik bir alternatiften değil, rahatsız edici bir olayı, sinematografinin açtığı alanda farklı unsurlarla harmanlayarak aktarabilme potansiyelini önceleyen bir alternatif arayışından bahsediyoruz. Bu, yönetmenin yeri geldiğinde karakteri ön planda çıkaran, yeri geldiğindeyse görsel dili parlatan tarzına göre değişebilecek bir husus. Ancak burada esas olan, film dolayımıyla ortaya konan duruşun, yapım aşamasından formuna uzanan süreçte her adımda bütünlük göstermesi gerektiğidir. Oysa Gus Van Sant Amerikan hayat tarzına, iktisadi ilişkilere, medyaya ve karakterlerinin kişisel tercihlerine yönelttiği eleştirel duruşunu filmlerinin anlatım formuyla bütünleştirmekten uzak duran bir yönetmen.
Yapay Bir Umut Vaadi
Böylesi bir uzak duruşun neticesi olarak Sonsuzluk Ormanı, hayatı anlamlandırma ve ondan vazgeçme arasında debelenen genç bir adamın yaşadığı çıkmazı yapay bir dille anlatıyor. Genç bilim adamı Arthur Brennan dünyanın dört bir yanından insanların intihar etmek için gittiği Japonya’daki Aokigahara Ormanı’na gider. Anahtarını arabasının üzerinde bırakmasından, Japonya’ya tek gidişlik bilet almasından anlaşılır, niyetinin ölmek olduğu. Ancak ormanda karşılaştığı Takumi ile çıkış yolu aramaya koyulurlar. Bu süreçte geri dönüşlerle Arthur’u intihara sürükleyen hikâye gösterilir. Karısını aldattıktan sonra ilişkilerini yoluna koyamayan Arthur, bu kararı karısının trajik ölümünün ardından verir. Film kurgu ve kamera tekniği açısından rahatlıkla ana akım Hollywood sinemasına dâhil edilebileceği gibi, anlam ve umuda dair yapmaya çalıştığı sorgulamaların yüzeyselliği açısından da alternatif bir anlatımdan uzaktır.
Bu anlamda filmin problemli dili yönetmenin ilk dönem yapımlarından Sonsuz İhtiras’ı akıllara getirir. Filmde Nicole Kidman’ın canlandırdığı Suzanne Stone televizyon programcılığı yapmak isteyen, gözü yükseklerde bir kadındır. Kocasından kurtulmak isteyen Suzanne bunun için liseli genç bir erkekle yakınlaşır ve ölümcül planını devreye sokar. Suç ve komedi türlerine yakın duran film, anlatım dili bakımından seyirciyle mesafeyi korumaya çalışır. Karakterler Suzanne ile yaşadıklarını kameraya bakarak anlatır, Suzanne yine kameraya bakarak başından geçenleri iddialı cümlelerle aktarır. Ancak hikâyenin dramatik yapısı basmakalıp kurulduğundan bu biçimsel tercih, mesafenin kapanmasına engel olmaz. Aynı şekilde “Bu hikâyede siz Hollywoodcuların sevdiği her şey var.” ya da “Amerika’da televizyona çıkmıyorsanız bir hiçsiniz.” cümleleriyle hem Amerikan hayat tarzına hem de sinema sektörüne karşı eleştiri getirilse de Suzanne “femme fatale” diye tarif edilen, erkeklerin başına dert açan kadın figüründen öteye gitmez. Ana akımdan iyi tanıdığımız bu kadın temsili, Amerika’yı yeni, farklı bir bakış açısıyla ele almanın imkânını ortadan kaldırır.
Can Dostum ve Forrester’ı Bulmak Amerika’nın kenar mahallelerinde yaşayan, başı beladan kurtulmayan sabıkalı iki genç ile onların sahip olduğu yetenekleri ortaya çıkarmaya ve gençlere yardımcı olmaya çalışan iki üst-orta sınıf beyaz adamın dostluklarını anlatırken benzer çizgidedir. Üniversitedeki profesörünün kendisi için ayarladığı iş görüşmesinde müstakbel patronuna kafa tutarken neden ulusal güvenlik için çalışmayacağını ağdalı bir dille aktaran Will Hunting, Kuzey Afrika ya da Orta Doğu’da tanımadığı insanların ölümüne sebep olmak istemediğini söyler. Ancak bu tutum filmin biçimsel yapısıyla bir bütünlük sağlamadığından Hunting’in duruşu basit bir hazırcevaplık olarak kalır. Yıl ortasında iyi notlar alan ve iyi basketbol oynayan Jamal ise sırf bu özelliğinden dolayı özel okula geçiş yapabilir. Yönetmen sistem eleştirisi getirirken her iki filmin ana karakterini -sınıfsal aidiyetlerini hiçe sayarak- yalnızca doğuştan yetenekli oldukları için hikâyeye dâhil etmiş gibidir.
Kayıp Umutlar (Promised Land, 2012) ise bir doğalgaz projesinin küçük bir kasabada hayata geçirilmesi için iki şirket yetkilisinin kasaba halkını ikna etmeye çalışırken yaşadıklarını anlatır. İnandırıcılıktan uzak tutumuyla yine naif bir ana akım hikâye örgüsü kurgulanır. Şirket yetkilisi Steve Butler kasaba halkını projeye tam inandıracakken şirketin kendisine de yalan söylediğini öğrenmesiyle birden çark ederek halkın safına geçer. Hayatı, duyguları ve yaşadıklarıyla ilgili derinlikli bir fikre sahip olamayacağımız Steve’in kişisel hikâyesi üzerinden götürülen film ne tam anlamıyla bir karakter filmi ne de Amerikan şirketlerini hedefine koyan eleştirel bir yapımdır.
Sonsuzluk Ormanı yine asıl sorunu öteleyen, karakterlerini derinleştiremeyen, düzen içinde bir umut vaadi taşıyan, seyirlik açıdan dahi izleyiciyi pek tatmin etmeyecek bir film. Trajik şekilde ölen karısı için gözyaşı döken ve pişman olduğu görülen Arthur’un intihar ormanından neden sağ çıkmaya karar verdiğini anlamak mümkün değil. Öncesinde yaşadıkları olayları da bir çiftin başına gelebilecek sıradan kavgalarla sınırlandıran yönetmen, Arthur’un karısını neden aldattığına, karısının onu neden affettiğine dair herhangi bir ipucu bırakmıyor. Kadın-erkek ilişkisine yine naif, eleştirellikten uzak ve tamamen düzenle bütünleşmiş bir perspektiften bakan yönetmenin tercih ettiği form ve kullandığı teknik itibariyle bu defa toplumsal cinsiyet meselesini göz ardı ettiğini söylemek mümkün.